1987 Eurovision

1987 Eurovision kısa yazısı…

EUROVISION 1987 EUROVISI

1987 Eurovision

Uluslararası İşletmecilik ihtisasımı yaparken adıma bir Sefer Görev Emri gelmiş ve Uzunköprü’deki bir tabura teslim olmam istenmişti.

Üniversiteden aldığım bir yazı ile bu emri cevaplamış ve mazaretim kabul edilmişti.

İhtisas sorası ise Net Holding’e bağlı bir şirket olan İnter Turizm’in (Inter Limousine Service) Genel Müdürü olarak göreve başladığım günlerde sefer görev emri tekrarlanmıştı.

Yeni ve oldukça büyük sermayeli bir şirketin kuruluş aşaması içinde olduğumdan bu sefer de Seyyal Taner’in tanıdığı bir askeri doktordan rapor almak zorunda kalmıştım.

Ama bir süre sonra tekrar bir celp emri bana ulaştı.

Hemen Uzunköprü’deki Sefer Görev Emri’min kaytılı olduğum 42. Piyade Alayı’na gitmem ve görevimi yerine getirmem gerekiyordu.

Askerlik söz konusu olduğunda kaçış yoktu. İşleri de düzene soktuğum için artık gididp bu görevimi yerine getirebilirdim.

Yalnız şöyle bir durum vardı.

Sefer emri döneminde askerliğini çok önceden bitirmiş kişiler toplu olarak göreve çağırılıyorlar ve bunlara hep birlikte 3 hafta süren bir eğitim ve tatbikat yaptırılıyordu.

Hep birlikte arazide yatılıyor, eğitimler veriliyor, sanki bir savaş alanındaymış gibi çeşitli askeri görevler yerine getiriliyordu.

Ben ise Uzunköprü’ye tek başına gidecek ve oradaki birlikte üç hafta geçirecektim.

Birlikte benim dışında askerliğini bitirmiş ve tekrar göreve çağırılmış kimse olmayacaktı.

Ve işin ilginç tarafı tam o günlerde hiç ummadığım başka bir şey daha oldu.

1986 yılında Eurovision Şarkı Yarışması elemelerine gönderilen 84 eserin hiç birini beğenmediği için 5 besteciye sipariş veren TRT bu sene bir yarışma yapmaya dahi gerek duymadan ülkemizi temsil edecek şarkının direkt olarak sipariş yolu ile seçilmesini kararlaştırmıştı.

Tek farkla. Geçen sene 5 olan besteci sayısı bu kez 10’a çıkarılmıştı.

Bu besteciler arasında ben de vardım.

Diğer besteciler ise Onno Tunç, Kayahan, Melih Kibar, Selmi Andak, Selçuk Başar, Atilla Özdemiroğlu, Dr.Selahattin İçli, Fatih Erkoç, MFÖ gibi ülkenin en önde gelen besteci ve müzik adamları idi.

1985 yılında hoşuma gitmeyen bazı davranışlar neticesinde kendimi yarışmaya vermeyerek ikinci olmam, geçen sene de aynı puanı almış olan iki beste arasında neye dayanılarak verildiği belli olmayan bir biçimde Halley’in gönderilmiş olması sonrasında bu yıl kazanmayı çok fazla arzu ettiğimden bu siparişe fazlası ile sevinmiştim.

Daha önümde vakit olduğu için günlerimi bir yandan yeni işimin getirdiği yükümlülüklere ayırırken bir yandan da Sefer Görev Emri için hazırlıklar yapıyordum.

Uzunköprü’ye gitme günü geldiğinde filomuzdaki bir SL 300 Mercedes ve bir sürücü arkadaşım ile yola koyuldum. Uzunköprü ‘ye geldiğimizde böyle lüks bir araç içinde görünmek istemediğimden arabadan biraz erken indim ve yürüyerek nizamiye kapısından içeri girerek birliğime teslim oldum.

Arada bir İstanbul’a gidiyor olsam da günlerim çoğunlukla Uzunköprü’de geçiyordu.

Bir gün birden Eurovision şarkısını teslim etmem için oldukça az bir zaman kaldığını fark ettim. İşlerin yoğunluğu ve birden araya giren bu askerlik beni o kadar meşgul etmişti ki Eurovision konusunu nerede ise unutmuştum.

Dönüşümde de mecburen yine işlere ağırlık verecek ve Eurovision için çok az zaman ayırabilecektim.

Bunun üzerine bir akşam Uzunköprü’de kaldığım otelin son derecede küçük ve zevksiz odasına girdiğimde Eurovision bestemi yapmaya karar verdim.

Bir çok besteci ilhamdan filan bahsederler ama ben her zaman beste yapmaya karar verdikten aşağı yukarı 10 dakika sonra besteyi bitirmişimdir.

Sözlerde eksikler kalır ama melodiyi çıkarırken beynim atmasyon olarak o şarkıya yakışacak kelimeler üretmeye başlar, bunlardan bir kaçı zihnimde ağırlık kazanmaya başlar ve melodi bittiğinde şarkının konusu hatta sözleri de aşağı yukarı belli olur.

Geriye boş bölümlere kelimeler ve cümleler bulmak kalır.

O gece de aynısı oldu.

“Şarkım sevgi üstüne” ağzımdan sanki daha önce karar vermişim gibi döküldü.

“Yalan değil benim dünyam, hayal değil gerçek rüyam” bölümü de.

Ama o gece şarkının son halinde

Güle güle, döne döne
Koy elini el üstüne

şeklinde olan bölümünü

Çalsın sazlar, çalsın gitar

Bu şarkımda mutluluk var

olarak yazmıştım.

Ne zaman olduğunu hatırlamıyorum ama o sözleri sonra içimden gelen bir sesi dinleyerek yarışmaya katıldığım şekli ile değiştirdim.

İlginç bir biçimde Uzunköprü’de nereden çıktığı belli olmayan ikinci bir askerlik görevi yaparken karanlık ve insana kasvet veren bir odada Eurovision şarkımı yapmıştım.

Günler hızla geçti ve artık üsteğmen rütbesi ile ayrılma vakti geldi.

Komutanlarıma veda ederken Tuncer Kılınç’a dönerek

“Komutanım bu sene biliyorsunuz 9 diğer besteci ile birlikte Eurovision Şarkı Yarışması elemelerine katılıyorum. Katılacağım şarkıyı burada otel odamda yaptım. Size söz veriyorum eğer birinci olursam yarışmaya katılacağım şarkıcıyı Askeri Gazino’da düzenleyeceğiniz bir geceye göndereceğim” dedim. Daha sonra da ben işlerimin yoğunluğu nedeniyle gidemesem de sözümü tuttum.

Daha şarkıyı bestelerken şarkıcı olarak Seyyal Taner ve Grup Lokomotif’i koreograf olarak Sait Sökmen’i, giysiler için de Cemil İpekçi’yi seçmiştim bile.

Bir yandan da Türkiye’nin en önde gelen bestecilerinin benim gibi ana uğraşı müzik olmayan birine sürekli geçilmeleri sonrasında önümüzdeki yıllarda bu yarışmaya katılmayacaklarını düşünmeye başlamıştım (ki bu düşüncem doğru çıktı)

Bu nedenle de bu yıl bu önemli bestecileri geride bırakarak 1. liği kazanmam halinde ödülümü alırken bir daha katılmama kararı aldığımı ve bu yarışmanın benim son Eurovision yarımm olduğunu söylemeye karar verdim.

Daha önceki senelerde dönen bir takım tezgahların olduğunu ve aslında bu tezgahların arkasında kimin olduğunu da biliyordum ve bu nedenle final gecesi tüm yarışmacıların kaldığı otelden ARI Stüdyosu’na hareket etmek üzere ayrılırken bunları yapan kişinin duyacağı bir biçimde ortaya “iki senedir susuyorum ama bu sene de aynı şeyler yapılır ise ortalığı ayağa kaldıracağım” dedim.

Bu kişi 10 dakika sonra yanıma geldi ve “sana iyi şanslar dilerim, ben bu yıl yarışmayı otelde televizyondan seyredeceğim” dedi.

Olur da kazanmazsan beni sorumlu tutma demek istiyordu.

Blöfümün tuttuğunu anlamıştım.

Planladığım şeyi yapmaya kararlıyım. Bülent Özveren’e söyleyerek mikrofonu alıyor ve bir konuşma yapıyorum. Kazanmanın ne kadar zor olduğunu, bugüne kadar kazandığım birincilikler sonrasında kısa bir konuşma bile yapma fırsatının verilmediğini söylüyorum. Ve karar verdiğim şeyi açıklıyorum. “Bu benim son yarışmam, artık katılmayacağım”

Ben ikinci olmam diyerek de son iki yıldır yapılan haksızlıklar karşısında içimde kalan duygularını öne çıkarıyorum.

Ülkemizde müziğe verilen değerin düşük olmasının getirdiği bir kompleks ile konuşmam içinde “bu benim hobim” diyerek okul arkadaşlarım başta olmak üzere herkese bir mesaj vermek istiyorum ama benim bu cümlem diğer besteciler tarafından bir aşağılama olarak algılanıyor ve uzun süre hiç biri benimle konuşmuyor.

Bülent Özveren “bir de para ödülü de var” dediğinde “para benim için önemli değil, ben bu parayı bu akşam arkadaşlarımla yiyeceğim” diyorum. İzzet Öz başta olmak üzere o gece bir çok kişi onca fakir insan var diyerek bunu söylediğim için beni eleştiriyorlar. Halbuki ben Türk insanının tam aksine bundan hoşlanacaklarını biliyorum. Tahmin ettiğim gibi de ertesi gün bindiğim taksinin şöförü başta olmak üzere karşıma çıkan düşük gelirli herkesten “helal olsun” reaksiyonu alıyorum.

Bu arada gece gittiğimiz restoranın sahibi bu açıklamamı duymuş olmalı ki hayatımın kazığını yiyorum. Ertesi gün gazetelerde bu kazık “restoranı satin alabilirdi” haberi şeklinde çıkıyor.

Türkiye’nin en önde gelen besteci ve şarkıcılarına karşı kazanılmış büyük bir zafer ile İstanbul’a dönüyoruz. Havaalanında bizi şirketimin limuzinleri karşılıyor.

BRÜKSEL VE ÖNCESİ YAŞANANLAR

Bunca katıldığım yıllar içinde ilk defa şarkım tüm Avrupa ülkelerindeki müzik sektörünün önde gelen isimlerinden büyük ilgi görüyor. İyi bir derece alacağımız düşünüldüğünden şarkının yayın haklarını satin almak üzere uçakla gelip havaalanında paramı ödeyip imzamı alıp ilk uçakla geri dönenler bile oluyor.

Bir akşam AKM’de bir davete girerken bir sürücü arkadaş şirkete gelen bir teleksi getiriyor. Telekste Eurovision konusunda en yetkin isimlerden biri olan Jean Paul Carra acil olarak Paris’te görüşmek istediğini ve şarkım ile ilgili dikkatimi çekecek planları olduğunu yazıyor.

Ertesi gün hızla vizemi alıp Paris’e uçuyorum. Erkan Özerman beni bir Rolls Royce ile karşılatıyor. Jean Paul ile bir araya geldiğimizde heyecan içinde sürekli olarak “birinci olacağız “diye tekrarlıyor.

Tek şartı şarkıyı yeniden düzenleyerek yeni bir kayıt yapmamız. Daha sonra da 10 ülkeyi kapsayan bir tura çıkılarak basın toplantıları yapılacak, televizyon ve radyolara çıkılacak. Harcayacağı para bugünün parası ile en az 250.000. – Euro. Bunun karşılığında telif haklarımın yarısını ona vereceğim ki bu benim de çok büyük paralar kazanacağım manasına geliyor.

Hemen kabul ediyorum. Hemen kayıt stüdyoları aranıyor. 60 kişilik senfoni orkestrasının kaydını yapabilecek stüdyo sayısı çok az. Nihayet birinde gün bulabiliyoruz ama o günlerde Paris’te olabilmemiz için tanıtım filmi çekimlerini iki gün kısaltmamız lazım. Ülkenin başarısı söz konusu olduğu için bunu çözmek çok kolay olur diye düşünüyorum.

İlk uçakla geri dönüyor ve doğru çekimlerin yapıldığı Kuşadası’na gidiyorum. Yönetmen Kahraman Afyonoğlu’na konuyu açıyorum. Hallederiz diyor. Zaten çekimlerin 1 hafta sürmesinin tek sebebi çekimde görev alan TRT yetkililerinin havadan bir tatil yapmaları.

Mutluluk içinde olup biteni Seyyal ve diğer arkadaşlara anlatırken akşamüstü Güneş gazetesinin muhabiri yanıma geliyor ve yarınki gazetede “bir TRT yetkilisi Olcayto Ahmet Tuğsuz kendini ne sanıyor şarkı TRT’nin malıdır ve çekimler planlandığı gibi yapılacaktır” diye haber çıkacağını söylüyor…

Çok ısrar etsem de isim vermiyor ama ben bu yetkilinin kim olduğunu hemen anlıyorum. Ertesi sabah ilk uçakla doğru Ankara’ya, TRT’ye gidiyor ve Adem Gürses’e “ülke menfaati için gerekli olan bir şeye nasıl karşı çıkar da böyle bir açıklama yaparsın. İyi bir derece almak için her yıl yeni yöntemler deniyorsunuz . İşte karşımıza büyük bir fırsat çıktı” diyorum.

İnkar ediyor ama dediğini de yapıyor ve tanıtım filmi çekimlerinihızlandırılarak iki gün erken bitmesine ve Paris’e uçmamıza gitmemize izin verilmiyor…

Carra’ya bir teleks çekerek iki gün sonra gelebileceğimizi yazıyorum. Zehir zemberek bir cevap yazıyor çünkü aklı almıyor. Utancımdan yeni bir cevap dahi yazamıyorum.

“Fransızca sözler için teşekkür ederim. Küçük bir problemimiz var. Kayıtları 8 ve 9’u yerine 9’unda ve 10’unda yapomamız mümkün mü” diye yazıyorum.

Cevabı çok ağır oluyor. Ve çok da haklı

(8 ve 9 Nisan’da eurovision şarkı diskini bitirmek için anlaştık sadece akşam orada olabilirsiniz Türkçe versiyonu Fransızca versiyonu ve miksajı yapmak imkansız olmayan profesyonelliğinizden hicap duyuyorum.Bu operasyonu durdurmak zorundayım)

Elimize geçen bu çok büyük imkanı onlara alıştıkları yalakalıkları yapmadığım için kullanamıyoruz.

 

Buna rağmen şarkımızın gördüğü büyük ilgi nedeniyle yine de büyük ümitlerle yola çıkıyoruz.
Şirketimin limuzinleri yine gelip bizi alıyor. Bu bize bir favörden ziyade şirketim için de iyi bir tanıtım biçimi.

Brüksel’e gittiğimizde ilgi aynı şekilde devam ediyor. Finalden 1 saat önce bile odama gelip eser hakkını satin alanlar oluyor.

Yarışmanın sunucusu Viktor Lazlo’ya Bazaar 54’ten götürdüğüm bir ipek halı hediye ediyorum. Odasına davet ediyor. Önümde yürürken aklımda kalan görüntü başımı kaldırıp kafamdan 1 metre yukarıdaki poposuna baktığım şeklinde.

Ve bundan 17 yıl sonra büyük tesadüfler sonrasında Viktor Lazlo bir bestemi söylüyor, kayıt için Brüksel’e uçuyorum., Brüksel’deki bu stüdyoda başka şarkı kayıtları yapmaya devam ediyorum ve 29 sene sonra 2016 yılında da birden kendimi aldığım ve açıkladığım karar sonrasında son kez katıldığım ülkede kaydettiğim bir şarkı ile Stockholm’de yapılan Eurovision Şarkı Yarışması’nda San Marino’yu temsil ederken buluyorum.

Yarışma öncesi verilen davetlerde de büyük ilgi görüyoruz.

Yarışma öncesi verilen davetlerde de büyük ilgi görüyoruz.

Daha önceleri davetlerimize çok az sayıda ülke katılırken bu sefer tüm ülkelerin geldiğini görüyorum.

Ronnie Hazzzlehurst
Seyyal’in yanındaki Ronnie Hazzzlehurst İngiltere’de 1982 Eurovision’unda orkestra şefi idi. Oradan tanışıyoruz.Kendisi 7 kez İngiltere ‘yi okestra şefi olarak temsil etti. Dizisi Türkiye’de de çekilen Emret Bakanım dizisinin ana temasının da bestecisi
İngiltere ekibi ile birlikteyiz
İngiltere ekibi ile birlikteyiz.
Organizasyonun davetlerinde de tüm yarışmacılar bizim çevremizde buluşuyorla. Fotoğtaflarda bu açıkça görülüyor…

KRALİYET SARAYINDAKİ DAVETTE

Davetlerden birinin ismi ise 50’li Yıllar

Diyorum ki “çocuklar şimdi 50’li yıllar diye herkes bu davtete blue jeanler ile gider. Halbuki o yıllarda smokin de çok popüler idi. Biz daha havalı olalım ve smokinlerimizi giyip gidelim.

Tüm yarışmacıları otellerinden o yıllara ait antika arabalar ile alıp bir hangar gibi olan davet salonunda masasına kadar da araba ile götürüyorlar.

Kıyafetlerimizi görünce bize sahnenin hemen önündeki en prestijli masayı veriyorlar. Sanatçılar sahneye çıktığında bunun sebebini anlıyorum çünkü gecenin konuk sanatçıları The Platters grubu ve onlar da sahneye smokinler ile çıkıyorlar.

The Platters

Herkes yine bizim masanın etrafında toplanıyor.

Başbakan ziyaretinde Seyyal Taner’in kendi insiyatifi ile Belçika Başbakanına “size Özal’dan selam getirdim Avrupa Topluluğu’na girmemiz için bize destek olun” demesi gazetelerde büyük haber oluyor. Gazeteciler her nedense bunun benim fikrim olduğunu sanıyor ve eleştiriyor. Halbuki Belçika Başbakanı bunu son derecede sempatik bulduğunu açıklayarak hepsini susturuyor.

Gösterilen ilgi nedeniyle provalarda da mutlu ve umutluyuz.

Nihayet final gecesi geliyor.

Beklentimiz o kadar büyük ki kuliste bizim için hazırlanmış yemek masasında sıramızı beklerken Garo Mafyan birden bir sinir krizi geçirip “hayır kazanamayacağız” diye bağırmaya başlıyor. Ne olduğunu anlamıyorum. Grubu kulise götürüp teskin ediyorum. Şarkıyı birkaç kez yeniden söyleterek morallerini yükseltiyorum. Sahne sırası bize geldiğinde Garo hala kurtulamadığı heyecandan dolayı tempoyu olması gerekenden çok daha hızlı veriyor. Halbuki bir şarkının başarısı için uzun çalışmalar sonrası karar verilip seçilen tempo son derecede önemli!

Buna rağmen Seyyal ve Lokomotif son derecede başarılı bir performans sergiliyorlar.

1987.05.10
Ancak puanlar açıklandığında büyük bir şok yaşıyoruz. Türkiye’ye hiç puan gelmiyor ve yarışmayı 0 puanla bitiriyoruz…
Sonuçlar yavaş yavaş belli olmaya başlamış ve Seyyal’in haklı olarak yüzü düşmüş.
Bir çok şarkıcı kuliste Seyyal’in yanına gidip sarılıyorlar . Bazıları onunla birlikte ağlıyor ve bu hiç adil değil diyorlar.( It’s not fair, it’s not fair)İngiliz şarkıcı 10 dakika süre ile Seyyal’e hiç bırakmadan sarılıyor ve ağlıyor.
Seyyal Taner
Türkiye’ye döndüğümde kazandığımızda hakkımızda çok iyi konuşan rakip bestecilerin ağır eleştiriler yaptıklarını okuyorum ve bunun üzerine gazetelerde “bıraktım demiştim ama kafamı kızdırmasınlar yine katılırım şeklinde bir beyanatım çıkıyor. (Yani yine birinciliği kazanamazlar manasında)

1.liği kazanan Johnny Logan için yüksek bir şampanya kulesi yapılıyor. Logan merdiven ile yukarı çıkıp şampanyayı akıtmaya başlarken birden “en büyük Türkiye başka büyük yok” diye bağirmaya başlıyor. Tüm yarışmacılar şaşkınlık içinde ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Logan gecenin geri kalanını da bizimle geçiriyor.

İşin ilginç tarafı Sezen Aksu, Nükhet Duru gibi isimlerin yıllardır uğraşmalarına rağmen başarılı olmadıkları bu yarışmada iki kez birinci yaptığımdan dolayı bana her gün bu başarı için teşekkür eden Seyyal sonucun suçlusu sanki benmişim gibi uzun süre yüzüme bile bakmıyor, düşmanı gibi görüyor.

HOLLANDA VE NOS TV

Brüksel’de iken Hollanda NOS Televizyonu daha sonra yayınlamak üzere bizimle uzun bir röportaj yapmış, ekibimizi şarkımızı Brüksel sokaklarında söylerken çekmiş hatta bir gece de bizi davet ettikleri bir yemek sırasında kameraları unutturdukları bir ortamda 3 saate yakın son derecede samimi ve doğal bir çekim daha yapmıştılar.

Konuşmalarımız sırasında Seyyal ile 10 şarkılık bir kaset yaptığımızı da duyunca Eurovision sonrası Hilversum’da bu şarkıları da çekmek istediklerini söylemişlerdi.

Aldığımızı kötü netice sonrası bu tekliflerinden vaz geçerler diye düşünmüştüm ama öyle olmuyor ve önceden karar verilen günler için gönderdikleri uçak biletleri Seyyal ve bana ulaşıyor.

Seyyal yarışma sonrası Londra’ya geçmiş ve 1 hafta kaldıktan sonra İstanbul’a geri dönmüştü.

Yukarıda da yazdığım gibi ona kazandırdığım büyük başarı sonrasında yarışma gecesine kadar sürekli 1. olacağız diye konuşurken yarışma sonrasında sonucun suçlusu benmişim gibi davranmaya başlamış ve benimle ilişkisini tamamen koparmıştı.
Ama bu bilhassa o yıllar için bir kenara atılacak bir imkânda değildi.

Şarkıları Hollanda’nın en önemli koreograflarından birine vereceklerini ve biz gelmeden önce bu koreografın kalabalık bir dans grubunu çalıştırıp Seyyal geldiğinde de dans grubu ile iki gün çalışacağını ve şarkıların çekimlerinin oldukça görkemli bir “show “olarak yapılacağını söylemişlerdi.

Bunun üzerine Seyyal ve ben uçağa atlayıp Amsterdam’a uçuyoruz.
Bizi Schiphol alanında Brüksel’de tanıştığımız hem çok güzel hem de çok sempatik yönetmen yardımcısı karşıladı ve Hilversum’a doğru hareket ettik.

Yola çıkalı daha 5 dakika bile olmamıştı ki Avrupa’lıların o günlerde bize bakış açılarını son derecede iyi yansıtan bir şey oldu.

Yolda kıyafetlerinden Türk oldukları anlaşılan iki genç kızı bisiklet üzerinde gören ev sahibimiz bizim Türk olduğumuzu unutarak refleks bir davranış ile İngilizce ve biraz bozulmuş bir ifade ile “Bir bu eksikti, Türk’ler de bisiklete biner oldular” dedi ve o an yaptığı gafın farkına vardı.

Ne yapacağını, nasıl özür dileyeceğini şaşırdı.
Onun gözündeki Türk’ler ile bizim alakamız yoktu. Hem Brüksel’de hem de karşıladığından itibaren burada bize son derecede sıcak, içten ve sevgi dolu davranmıştı.

Şimdi hiç öyle değil ama o zaman Avrupa’ya çalışmaya giden Türk’ler kılık kıyafetleri ve davranış biçimleri ile hemen öne çıkıyorlardı ve bazı davranışları nedeni ile de tepki görüyorlardı.

Bir barda, cafede ya da konserde tanıştığım birileri ile oldukça sıcak ilişkilere girdikten bir müddet sonra hayranlıkla bakan gözler ile “nerelisiniz” diye sorduklarında ve “Türk’üm “diye cevap verdiğimde birden yüzleri değiştiğine ve çok kısa bir süre sonra bir mazeret üreterek yanımdan uzaklaştıklarına çok şahit olmuştum.

Şimdi ise bunun tam aksi bir durum var ve ne zaman Avrupa’ya gitsem çevrede yanındakilerden daha zevkli giyinen, oturması ve kalkması daha zarif gözüken birini görsem kesin Türk’tür diyorum ve genelde de haklı çıkıyorum.

Biz bu duruma alışık olduğumuz için konuyu uzatmadan yolumuza devam ettik ve otelimize geldik.

Yukarıda yazdığım bazı anılarımdan gezmekten büyük zevk alan biri olduğum sanırım anlaşılmıştır.

Fırsat buldukça da hem kendim hem de ailem ile birlikte çok güzel otellerde kalmışızdır.

Ama bizi götürdüğü otel kadar güzel bir oteli ben daha önce hiç görmemiştim.

Çok büyük bir bahçe hatta park içinde yer alan otel ancak eski dönem filmlerinde gördüğümüz klasik 1900 otellerinden biriydi.

Odalarımıza girdiğimizde ise şaşkınlığımız ve hayranlığımız bir kat daha arttı çünkü her oda 2 çocuklu bir ailenin rahatlıkla yaşayabileceği bir ev büyüklüğünde idi. Tavanları da en az 5 metre yüksekliğinde idi.

Maalesef ismini hatırlayamadığım genç, güzel ve zarif hanım bize dinlenmemiz için iki saat verdi ve 2 saat sonra eşi ile birlikte gelip bizi yemeğe götüreceğini söyledi.

Seyyal ile olan soğukluğumuz aynen devam ediyordu.
Daha doğrusu onun bana olan soğukluğu.

İkimiz de odalarımıza çekildik ve iki saat sonra tarihi otelimizin resepsiyonunda buluştuk.

Orada hazır bekleyen genç çift bizi son derecede şık ve lüks bir restorana götürdüler.

Bol bol sohbet ederek neşe içinde harika bir yemek yedik. Öylesine güzel bir atmosferdi ki yemek boyunca Seyyal ile de yarışma öncesi ilişki boyutumuzu yakaladık.

Gece yarısına doğru otelimize geri döndük ve yattık.

Ertesi sabah çalışma günü idi.

Kahvaltı sonrası bir dans stüdyosuna götürüldük.

Programın yapımcısı ve yönetmeni olan Roland bizden önce gelmişti.

16 dansçı ve koreografları da çalışmaya hazır bizi bekliyorlardı.

Birkaç hoş sohbetten sonra ilk şarkımın sesi duyuldu ve provalar başladı.

Aslında dansa oldukça meraklı olan benim gibi bir besteci için harika bir ortamdı.

Şarkılarımı yazarken mutlaka dans hareketlerini de düşünür ve düzenlemelerini de bir koreografa ilham verecek biçimde yapardım.

Koreografın verdiği ilk hareketlerden de müziği son derecede iyi duyduğunu ve çok uyumlu dans hareketleri verdiğini görmüştüm.
Ama gerçekçi olmak zorundaydım.

Bir işim ve sorumluluklarım vardı.

Zaten 1 hafta boyunca işten uzak kalmıştım.

Burada da büyük keyif alacak olmam dışında benim olmamı gerektirecek bir neden yoktu.

Roland ile görüştüm ve sebebini belirterek dönüş biletimi ertesi gün için değiştirmelerini rica ettim.

Genelde beklemekten çok sıkıldığım için hava alanlarına son dakikalarda giden biri olmama rağmen ertesi sabah her nedense o gün böyle bir stres yaşamak istemediğimden uçuş saatinden iki saat önce alandaydım.

Ama şansıma alana vardıktan biraz sonra uçuşta gecikme olduğu anonsu yapıldı.

Gecikme uzadıkça uzadı ve tarifeli saatten ancak üç saat sonra nihayet uçağa alındık.

Pilot özür diledi ve çözülmesi zaman alan teknik bir sorun nedeni ile gecikme yaşandığını söyledi.

İçimden “bunu niye söylüyorsun ki” dedim. En korktuğum şey uçağı bir an önce uçurmak telaşı yüzünden soruna çözüm bulunduğunun sanılması ama aslında sorunun sebebinin başka bir şey olmasıdır.
Uçak havalandıktan sonra biraz da gecikmeyi af ettirmek için hostesler hemen kulaklık dağıttılar ve ben de güzel bir müzik kanalı bularak dinlemeye başladım.

Dün gibi hatırlıyorum. Spencer Davis ve Traffic gruplarından çok iyi tanıdığım Steve Winwood daha çok yeni bir solo album çıkarmıştı.
Bu albümün en iyi parçası Higher Life çalmaya başladığında ben çoktan gecikmeyi unutmuş ve şarkıya kendimi kaptırmıştım ki birden müzik kesildi ve kulağımın içinde pilotun “Size bunu söylemekten nefret ediyorum ama “diye başlayan panik içindeki yüksek volümlü sesi duyuldu.

Böyle başlayan bir cümlenin tek bir sebebi olabilirdi, düşüyorduk.
Pilot aynı panik içinde devam etti.

“Motorlarımızda teknik bir problem var. Amsterdam Havaalanı’na dönmeye ÇALIŞACAĞIZ”

Korktuğum şey başımıza gelmişti. Çözdüklerini zannettikleri teknik problemi aslında çözememişlerdi ve uçağımız her an düşebilirdi.
Motorlara fazla güç veremediklerini hissettim.

Bu yüzden 180 derece geri dönüşümüz oldukça uzun sürdü ve bana ve eminim tüm yolculara olduğundan çok daha uzun geldi.
Korku içinde geçen ve bitmek bilmeyen bir süre sonunda tekerleklerimiz piste değdi. Uçak durduğu anda tek yapmak istediğim kendimi dışarı atmaktı.

Uçuşunun planlanan gün ve saatini değiştirip o nedenle kazada ölen ya da değiştirdiği uçak düştüğü için hayatı kurtulan insanlar ile ilgili çok haberler duymuştum.

Bir an önce gitme kararımın kaderimi değiştirip hayatıma mal olmasını istemiyordum.

Ama uçak kapılarını açmadı ve teknik sorun çözülürken uçakta kalmamız istendi.

Ben buna şiddetle karşı çıktım ve “Ne malum çözebilecekleri. Demin de çözdük dediler ama bakın havalanır havalanmaz geri dönmek zorunda kaldık” dedim.

Benimle muhatap olan “host” son derecede alaturka bir tavır ile “benim de çocuklarım var” gibi şeyler söyleyince iyice sinirlendim ama kapılar kesinlikle açılmadı.

Bu arada bize sürekli içki servisi yapmaya başladılar. Korkunun etkisi ile de hepimiz içkilere hücum ettik.

Alaturka bulduğum görevli işini çok iyi biliyor olmalı ki bana hiç sormadan sürekli fiyatı oldukça pahalı olan Courvoisier XO servisi yaptı.

Bir süre sonra ne korku kaldı ne de başka bir şey. Sanki daha 1 saat önce korkudan ne yapacağını bilemeyen kişi ben değildim.

Biz farkına bile varmadan uçak tekrar havalandı ve bu sefer sorunsuz olarak yaptığımız bir uçuştan sonra İstanbul’a geldik.
Eurovision’suz ve hatta belki de müziksiz yeni bir hayata doğru ilk adımlarımı atmıştım.

Ancak birkaç gün sonra gelen telefon ile hatırladım ki önceden vermiş bulunduğum son bir sözüm kalmıştı.

TRT de canlı yayınlanacak ve benimle birlikte Bülent Özveren, Adem Gürses, Selmi Andak, Selçuk Başar, Melih Kibar ve Garo Mafyan’ın katılacağı Eurovision konulu bir açık oturuma katılacaktım.

Açık Oturum başladığında hemen gördüm ki daha önce birçok kez geride bıraktığım besteci arkadaşlarımın niyetleri aldığım bu kötü netice sonrasında fırsattan istifade ile beni köşeye sıkıştırmak, biraz canımı acıtmaktı.

Ama şunun farkında değillerdi ki ben hayatım boyunca sonuç endeksli biri olmamıştım.

Savunamayacağım hiçbir şeyi yapmaz ve iyice ölçüp tartıp yapmaya karar verdikten sonra da sonuç ne olursa olsun arkasında durmaktan kesinlikle kaçmazdım.

Şarkımı final öncesi ne kadar şiddetle savunabilecek isem o gün de aynı şiddette savunabilirdim.

Zaten sadece benim kararıma kalmış bir şey olmayıp 26 kişilik profesyonel bir jürinin çok büyük bir çoğunlukla diğerlerinden iyi olduğuna karar verdikleri bir şarkı ile ülkemizi temsil etmiştik.
Ayrıca Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden birçok yapımcı bu şarkıya ve başarısına inanmış, yatırım yapmışlardı.

Bunlardan da önemlisi ben de bu şarkımın bugüne kadar yaptığım şarkılar arasında en iyilerden biri olduğunu düşünüyordum. Hala da öyle düşünüyorum.

Puan alamamış olmamız fikrimi değiştirecek değildi.
Konuşmaların bir bölümünde benden büyük olmasına rağmen çok sevdiğim bir arkadaşım olan Selçuk Başar jüri seçiminde koreografiye ağırlık verildi gibi bazı eleştirel cümleler kurdu.

Ben de cevap olarak sahnede hiçbir hareket yapmadan şarkı söylemenin Münir Nurettin Selçuk günlerinde kaldığını söyledim ve ekledim.

“Sevgili Selçuk sen birinciliği kazanan Johnny Logan’ın o gece şarkısını içinden geldiği gibi mi söylediğini zannediyorsun. Şuna emin ol ki o da bir koreograf ile uzun uzun çalışarak sahne gösterisini hazırladı. Ama onun şarkısı slow bir şarkı olduğu için koreografi daha çok ne zaman yere ne zaman kameranın içine bakacağı, hangi ifade ile bakacağı ne zaman gözünü kapatacağı ne zaman açacağı gibi hareketler ile sınırlıydı“

Diğer tüm hızlı şarkılarda ise bizimki gibi bir dans koreografisi vardı.”
Yayın boyunca kendimden o kadar emin oturuyor ve konuşuyordum ki sanırım oturumun sunucusu Bülent Özveren’in beni sıkıştırmasını ve onlara da bu doğrultuda paslar atmasını uman Melih Kibar “biz buraya aldığımız kötü sonucu konuşmaya mı yoksa yapılan seçimin ve seçim biçiminin ne kadar doğru olduğunu konuşmaya mı geldik” mealinde bir şeyler söyledi.

Çünkü seçim sistemi sorgulandığında “eğer bu seçim sistemi beğenilmiyor ise niye geçen sene de şarkımız aynı sistem ile seçildiği halde kimse ağzını açmadı” diye sormuştum.

Ancak Melih Kibar bu noktada katıldığım bir açıklamada yaptı ve “tamam benim şarkım da bu sistem ile seçildi ama bizim Türk jürisine sunmak üzere yarıştığımız şarkı ile finalde yarıştığımız şarkının birbiri ile alakası bile yoktu. Hollanda’ya gidip bambaşka bir düzenleme ile kayıt yaptık” dedi.

Cevabım hazırdı. Ben de bunu yapmak istemiştim ama TRT, daha doğrusu orada karşımda oturan Adem Gürses bir kapris uğruna bunu yapmamı engellemişti.

Oturumun bir noktasında şunu söylediğimi anımsıyorum.
“Ben hayatım boyunca hiçbir konuda ortalarda yer alacak sıradan biri olmadım ve olmayı da istemedim. Ya en üstte olurum ya da en alta. Yani uçlarda. Çünkü ancak sıradan insanlar ortalarda yer almalarına rağmen bundan mutluluk duyarlar.

Sonuçta birtakım hırslar ve geçmişten kalan bazı hayal kırıklıkları nedeni ile biraz ateşli geçeceği sinyallerini vererek başlayan tartışma hepimiz medeni ve kültürlü insanlar olduğumuz için birbirmize sevgi ve saygı ile davrandığımız son derecede düzeyli bir biçimde devam etti ve sona erdi.

10 yıl boyunca hayatımda en önemli yeri tutan Eurovision Şarkı Yarışması’nı arkamda bırakarak yeni birtakım heyecanlara doğru adım atmamın zamanı gelmişti.

Yıl Yıl Eurovision: 1978 | 1981 | 1982 | 1985 | 1986 | 1987 | 2016

İş, Sanat ve daha fazlası için, benimle iletişime geçin.

Olcayto Ahmet Tuğsuz

Olcayto Ahmet Tuğsuz