1978 Eurovision

TRT 1978 Eurovision Şarkı Yarışması’na katılmaya karar vermişti ve bu amaçla da herkese açık bir yarışma düzenlenecekti.

EUROVISION 1978 EUROVISI

1978 Eurovision

Dağhan Baydur ile HAIR müzikalinde tanıştıktan sonra ayrılmaz olmuştuk. Her fırsatta buluşup iki gitar ile Beatles, America, Crosby Stills Nash and Young gibi grupların şarkılarını söylüyorduk. Ve işte tam o günlerde yani 1974 yılında TRT Eurovision Şarkı Yarışmaları’nı yayınlamaya başladı.

Açıkçası Eurovision’a katılan şarkıların kalitesi bize o günlerde dinlediğimiz müziklerin yanında çok sıradan ve basit geliyor olsada televizyonda Pilli Bebek bile seyreden bir kuşağın temsilcileri olarak ilk Eurovision Yarışması yayınının yapıldığı gün tüm aile birlikte oturup seyretmiş, seyretmiş hatta kendi aramızda oylama bile yapmıştık.

Ve belki de en büyük şansımız seyrettiğimiz ilk Eurovision Yarışması’nda ABBA’nın olması idi.

Şarkının güzelliği bir yana Agnetha ve Anni-Frid’in güzellikleri de bir anda bu yarışmayı cazip bir hale sokmuştu.

ABBA’nın 1. liği kazandığı 1974 yılından bir yıl sonra da TRT Eurovision’a katılma kararı alarak tüm müzisyenlere açık bir yarışma düzenleyeceğini açıkladı.

Bu ülkemiz için büyük bir gelişme idi ama açıkçası o günlerdeyarışmaya girmek fikri aklımın ucundan bile geçmemişti.

Demir ticareti yapan, iyi para kazanan, müziği çok seven ama Türkiye’de yapılan müzik ile pek alakası olmayan, Bülent Ortaçgil’in Onno Tunç ile yaptığı ilk LP’sinden başka Türkçe müzik dinlemeyen, ülkenin o günkü şartlarında müzikte kesinlikle gelecek görmeyen biri idim.

Ama yukarıda saydığım sebepler nedeni ile 1975’de yapılan ilk yarışmayı da yine merakla yakından takip ettim ve bir Semiha Yankı taraftarı olarak finalde o kazansın diye de büyük heyecan yaşadım.

Ve istediğim gibi de olarak Semiha Yankı ilk yarışmayı kazandı.

İşin ilginç tarafı şarkının bestecisi Kemal Ebcioğlu’nun Talas Amerikan Ortaokulu’ndan sonra liseyi Tarsus Amerikan Koleji’nde değil de Robert Kolej’de okumayı tercih eden arkadaşlarımın sınıf arkadaşı olması idi.

Hatta öyle ki 1967’de Milliyet Liselerarası Yarışması Finali’nde biz Ankara’da büyük talihsizikler sonucu 3. Değil de 2 olsaydık aynı yıl karşılıklı yarışacaktık.

Ben bu yarışmaya bir seyirci gözü ile bakarken Dağhan benimle aynı fikirde değildi.

Ona göre Eurovision bizim için büyük bir fırsattı ve biz de mutlaka katılmalıydık.

Sonunda bu düşünce tam benim de yavaş yavaş aklıma yatmaya başlamıştı ki hevesimiz kursağımızda kaldı.

Sanrım 1975’de aldığımız sonuçtan sonra hayal kırıklığı yaşayan TRT 1976’da katılmama kararı aldı.

Bir ümitle 1977’yi bekleyecektik.

Ama TRT 1977’de yine katılmama kararı aldı.

Bu kararları hiç aklımız almıyordu. Bir de tam tam biz katılmaya niyetlenmişken TRT sebebini bugün bile anlamadığım bir biçimde üst üste katılmama kararı alınca bayağı hayal kırıklığına uğramıştık.

Ve nihayet beklediğimiz güzel haber 1977 ‘nin sonuna doğru geldi.

TRT 1978 Eurovision Şarkı Yarışması’na katılmaya karar vermişti ve bu amaçla da herkese açık bir yarışma düzenlenecekti.

Ve zaman zaman sıkıntılar ile dolu olsa da bizim için çok güzel bir macera artık başlıyordu.

Şarkımız zaten hazır idi.

Dağhan’ın birkaç yıl önce yaptığı bir İngilizce bestesini ne zaman bir araya gelsek sürekli söylüyor ve TRT’nin Eurovision’a katılma kararını almasını bekliyorduk.

Ama ikimizin de en büyük tutkusu çok sesli vokaller olduğundan ve sanırım biraz da ABBA etkisinden guruba iki de kız almaya karar verdik.

O günlerde Dame de Sion’da Lise 2 öğrencisi olan ve son derecede güzel bir sesi olan amcamın kızı Zeynep ikimizin de aklına gelen ilk isim oldu.

Zeynep ‘in müzik yeteneği daha 3 yaşına gelmeden keşfedilmiş ,piyano ve solfej dersleri almaya başlamış ve ismi bir anda harika çocuk olarak duyulduğundan klasik müzik ekolünden çok önemli isimler onun öğretmeni olmak için yarışır hale gelmişlerdi.

Chopin, Mozart gibi bestecilerin eserlerini kendinden en az 10 yaş büyüklerden bile daha iyi çalıyordu.

Henüz 4-5 yaşına geldiğinde söylediğim şarkılara ikinci sesten vokal yapmasını istiyordum ve o da bunu büyük bir başarı ile yapabiliyordu.

Eğitimi Fransız ekolü olduğu için önceleri Mireille Mathieu aşığı olmuş ama zamanla gelmiş geçmiş en büyük şarkıcılardan olan Barbara Streisand’ı keşfetmiş ve onun şarkılarını en az onun kadar iyi söyler olmuştu.

*Eurovision sonrası Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanarak gittiği Ankara’da tanıştığı türk jazz müziğinin en önemli ismi Tuna Ötenel bu konuda çok müşkülpesent olmasına rağmen onu daha önceden jazz müziği ile en ufak bir ilgisi olmamasına ragmen orkestrasının şarkıcısı yapmıştı.

Konserlerini izlemek için Ankara’ya gittiğimde Zeynep’in tüm jazz klasiklerini yıllarını bu müziğe vermis şarkıcılardan çok daha iyi söylediğine ben de şahit olmuştum.

Aklımıza gelen ikinci isim de Türkiye’nin en iyi Jazz gitaristlerinden olan arkadaşımız Neşet Ruacan’ın o günlerde hiç tanınmayan güzel sesli kız kardeşi Nükhet Ruacan oldu.

En büyük hayalımiz 4 amatör genç olarak bu yarışmaya katılmak ve 1. olmaktı.

Hemen Zeynep ve Nüket ile konuştuk ve ikisi de büyük sevinçle böyle bir gurupta yer almayı kabul ettiler.

Fakat bu arada bir gelişme bizi bayağı üzdü.

EBU üye ülkeler arasında bir oylama yapmış ve TRT’nin de oyu ile ve sadece bir oy farkla o seneden itibaren her ülkenin yarışma şarkısını kendi dilinde söylemesine karar verilmişti.

Bu bizim için çok kötü bir haberdi.

Öncelikle şarkımız İngilizce idi. İkincisi biz dördümüz de İngilizce şarkılar söyleyerek büyümüştük. Dört ses söylenecek bir şarkının en iyi tınlayacağı müzik dili de İngilizce idi.

Hepsinden de önemlisi yabancıların kulağı İngilizce şarkılara daha yatkındı ve Türkçe söylemek aleyhimize olacaktı.

Ne var ki zamanla bunun düşünmemiz gereken en son problemlerden biri olduğunu öğrenecektik.

Yapacak bir şey yoktu. Dağhan da çözümü hemen buldu.

Reklam sektörünün dahi çocuklarından biri olarak kabul edilen ve metin yazarı olarak büyük bir başarı elde eden yakın arkadaşımız Hulki Aktunç’tan şarkıya Türkçe sözler yazmasını istedi.

Ve çok kısa bir süre sonra yıllarca İngilizce söylediğimiz “Darling” adlı şarkı SEVİNCE olarak Türkçe sözleri ile elimizdeydi.

O günden itibaren de ancak delilerin yapacağı bir şey yaparak hiç ara vermeden her gün benim Mecidiyeköy’deki ofisimde bir araya geldik ve şarkıyı hiçbir enstrüman kullanmadan “acapella” dört ses olarak çalışmaya başladık.

Her çalışmamızı teybe kayıt ederek dinliyor , en ufak nüansları bile önemseyerek ve düzelterek saatlerce bıkmadan usanmadan tekrar tekrar söylüyorduk.

Bu günlerce hatta aylarca böyle devam etti.

Düzenlemeleri yapması için ise aklımıza yakın dostumuz Onno Tunç’tan başkası gelmedi.

Ben o günlerde zaten Onno ve eşi Canan’ın Yoğurtçu Parkı’ndaki evlerinden çıkmayan biriydim.

Birlikte müzik dinler Onno harika fikirlerini piyano üstünde gösterirken de onu hayranlıkla izlerdim.

Onno’dan daha fazla güveneceğimiz biri yoktu.

Fakat Onno’ya gidip gelirken bir şey dikkatimizi çekti.

Onno bir çok şarkının daha düzenlemesini yapıyordu.

Hatta öyle ki daha sonra finalde yarışacak 5 şarkının 4’ünün aranjörü Onno olmuştu.

Onno’ya bu konuda sık sık takılmakla beraber çalışmalarımız devam ediyordu.

Ve nihayet kayıt günü geldi.

Bir Beste Yapsak adlı plağımızın da kayıtlarını yapan Sıtkı Acim’in stüdyosunda kayıtlara girdik.

Onno gerçekten çok başarılı bir iş yapmıştı.

Uzun süredir iki gitar ile çaldığımız şarkı o günlerde Eurovision’un talep ettiği gibi yaylıların ve nefeslilerin de yer aldığı büyük bir orkestra kaydı ile hayalimizdeki şeklini almıştı.

Çok mutluyduk. Hayatımızda ilk kez bu kadar profesyonel bir kayıt yapıyorduk.

O günlerin şartlarında bu tür büyük kayıtlar yapacak fazla stüdyo olmadığından diğer iddialı yarışmacıların çoğu da kayıtlarını aynı stüdyoda yapıyorlardı.

Onno’dan stüdyonunun “tone master”ı Sıtkı Acim’in stüdyoya gelen tüm ünlü isimlere “boşa uğraşıyorsunuz, adını sanını duymadığınız 4 genç hepinize basacak” diye takıldığını duyduk.

Bu hem hoşumuza gitti hem de biraz korktuk çünkü biz sessiz sedasız yarışmaya girip aradan sıyrılmayı planlıyorduk. Ama birden ismimiz ve şarkımız duyulur olmuştu.

Ve korktuğumuz da başımıza geldi.

Aylarca birlikte çalıştığımız Nükhet bir gün bize gelerek “çocuklar size kötü bir haberim var, Ali Kocatepe bana solo bir kariyer planlıyor ve Eurovision için dahi olsa bir gurup içinde yer almamın solo kariyerimde bana büyük zarar vereceğini düşünüyor. Bu yüzden çok üzülerek aranızdan ayrılmak zorundayım” dedi.

Ortalıkta dolaşan söylentilere göre Ali Kocatepe’nin bestesi Dostluğa Davet de en büyük favorilerden biri idi. İster istemez bunun bize zarar vermek için yapılmış bir hamle olduğunu düşündük.

“Nükhet ne yapıyorsun, aylardır birlikte çalışıyoruz, vakit de kalmadı biz ne yapacağız” desek de onu kararından geri döndürmemiz mümkün olmadı.

Şok içindeydik.

Bu kadar kısa süre içerisinde nereden yeni bir şarkıcı bulacaktık.
Ayrıca bizim aradığımız şarkıcının çok güzel bir sese sahip olması yeterli değildi.

Dört ses vokal yapabilecek müzik alt yapısına ve kültürüne sahip olmalıydı. Ve kafaca anlaşabileceğimiz biri de olmalı idi tabiatı ile.
Tabiri caiz ise çökmüştük.

Biz tam kara kara ne yapacağımızı düşünürken ilk plağımızı yapan Nino Varon’dan bir teklif geldi.

Şarkımızın methini duyan Nilüfer bizimle birlikte olmak istiyordu.

Nilüfer daha 1972 yılında Kalbim Bir Pusula ile şöhreti yakalamış , 1973’te Dünya Dönüyor ile iyice zirve yapmıştı. Nino’nun bu teklifi yaptığı günlerde de Kim Arar Seni ile yeni bir hit yakalamıştı. O günlerde müzik dünyasında Ajda Pekkan’dan sonra gelen en popüler isimdi.

Nilüfer’in eşi Yeşil Giresunlu da Nino Varon gibi o günlerin en önde gelen Plak Şirketi olan Odeon’da çalışıyordu.

Yani Nilüfer demek aynı zamanda Odeon gibi çok güçlü bir şirketi de arkamıza almak demekti.

Ama bizi düşündüren iki şey vardı.

Birincisi biz yukarıda da yazdığım gibi 4 amatör genç olarak bu başarıyı yakalamak istiyorduk.

İkincisi Nilüfer şöhreti ve arkasındaki şirketi Odeon ile bizi ezer miydi.

Ve çok önem verdiğimiz birbiri ile kaynaşmış grup imajımız da zedelenir miydi.

Bunlara izin vermemiz mümkün değildi.

Biz çocukluğumuzdan beri ekip zihniyeti ile büyümüş, Beatles gibi grupları kendimize örnek almış o zamanlar kimsenin kullanmadığı bir kelime olan “sinerji” ye inanmış kişilerdik.

Eurovision’a bir grup olarak gidecek ve orada da bir grup olarak hareket edecektik.

Vaktimiz çok azalmıştı ve bir an önce yeni birini aramıza almalıydık.
Odeon’un arkamızda olacak olması fikri bize çok cazip geliyordu ama bu sorularımıza bir cevap bulmalıydık.

Ve o genç yaşın verdiği ataklık ile bir karar verdik.

Kararımızı da Nino’ya aktardık.

Nilüfer sanki Türkiye’nin en önde gelen şarkıcılarından biri değilmiş gibi “kendisi ile bir buluşalım, sesini dinleyelim ve bize uyar mı karar verelim” dedik.

Nilüfer’in sesinin ne kadar güzel olduğunu elbette biliyorduk ama burada iki amacımız vardı.

Birincisi sesi çok güzel de olsa dört ses birlikte söylediğimizde bize uyum gösterecek miydi.

Daha da önemlisi Nilüfer bu isteğimizi dert etmeden kabul edip gelecek ve bizim onu dinlememizi kabul edecek miydi. Yani acaba komplekslerinden arınmış biri miydi bunu test edecektik.

Ve Nilüfer bu önerimizi kabul etti. Bunu kabul etmesinde Nino Varon’un ve o günlerdeki eşi Yeşil Giresunlu’nun büyük katkıları olduğunu tahmin ediyorum.

Odeon’un başında da bugüne kadar tanıdığım en zarif insanlardan biri olan Dani Grünberg vardı. O da batılı bir düşünce yapısına sahipti. O da katkıda bulunmuş olabilir.

Buluşma yeri olarak Nino’nun ortağı olduğu Osmanbey’deki Pepo müzik mağazası seçildi. Nilüfer kararlaştırılan saatte geldi. Mağazada kaset, plak alan müşterilerin Nilüfer’i gördüklerindeki şaşkınlıklarını unutamıyorum.

Hep birlikte mağazanın arkasında depo olarak kullanılan bir bölüme geçtik. Dağhan ile ben gitarlarımızı elimize aldık ve şarkıyı bir kaç kez söyledikten sonra Nilüfer’in de bize eşlik etmesini istedik.

Bu isteğimizi güler bir yüz ile kabul etti ve bilmem farkında mıydı ama girdiği imtihanı geçmişti.

Daha sonraları çok düşünmüşümdür. Biz kendimizden çok emindik ama acaba Nilüfer olmasa ve Nüket ile yarışmaya katılsaydık yine de 1. olur muyduk diye.

Buna kesin bir cevap vermemiz mümkün değil ama belki de sevgili dostumuz Ali Kocatepe Nüket’i aramızdan ayırarak bize bir gol atmak isterken golü kendi kalesinde görmüştü.

Nino’ya kararımızı bildirdik. Nilüfer’i aramıza kabul etmiştik.

Konuyu hemen Dani Grünberg ile görüşeceğini ve bir sözleşme için bir araya geleceğimizi söyledi.

Sözleşme görüşmesini Dağhan’ın annesi ile birlikte oturduğu evde yaptık. Sanırım yine altta kalmamak ve Dani Grünberg’in ayağına gitmeyelim o bize gelsin diyerek bu kararı vermişizdir.

Dağhan’ların evi nerede ise her gün orada olduğum için kendi evim gibiydi.

Dani, Nino ve Yeşil’i Dağhan ile birlikte ben de ev sahibi gibi karşıladım.

Biraz hoş sohbetten sonra konuya geçildi ve sebeb i ziyaret anlaşıldı.
Artık masaya Nilüfer’in ünü ve konumu koyuluyordu.

Gurubun ismi Nilüfer ve… Şeklinde olacak, Nilüfer şarkının önemli bir bölümünü tek başına söyleyecekti.

Yani bizler nerede ise vokalist olacaktık.

Şarkının bestecisi Dağhan olmasına rağmen Dağhan’ın bana sağladığı özgürlük nedeni ile her söze hep bir hak sahibi gibi giriyor ve bunun olmayacağını kesin bir dille anlatmaya çalışıyordum.

Dağhan’ı hiç konuşturmadım desem yalan olmaz.

Ama karşı taraf da bastırdıkça bastırıyordu.

Harcayacakları parayı ileri sürüyorlar, yarışmanın tüm aşamalarında gerekli olacak safhalardan bahsediyorlar ve bu büyük yükün altına sanatçıları için gireceklerini ve bu yüzden de Nilüfer’in bazı ayrıcalıklara sahip olması gerektiğini üstüne basa basa söylüyorlardı.

Aslında söylediklerinde kendileri açısından çok haklı idiler ama ben de Nilüfer’in bizim ülkemiz dışında kimsenin tanımadığı birisi olduğunu ve ABBA gibi bir grup bütünlüğünde yarışmada yer almamızın daha doğru olacağını savunuyordum.

En büyük şansımız karşımızda yer alan Dani Grünberg’in yukarıda da bahsettiğim gibi çok rafine bir kişiliğe sahip olması nedeni ile tüm fikir çatışmalarımıza rağmen ortamın hiçbir biçimde kızışmaması idi.

Fakat görüşmeler sürdükçe ve iş sanki çıkmaza doğru gittikçe Eurovision maceramız için büyük paraya ihtiyacımız olacağının da farkına varan Dağhan belki de gerçekçi olmaya başlayarak biraz geri çekilmeye ve öne sürdükleri koşulları kabul edecek gibi davranmaya başladı.

Eyvah savaşı kaybediyorduk.

Bir anda Dağhan’ı kolundan tuttuğum gibi arkadaki kendi odasına çektim ve orada “ Dağhan bana güven, taviz vermemeliyiz. Söylediklerimizi kabul edecekler. Düşünsene Nilüfer ayağımıza kadar geldi, şirket sahibi bu akşam senin evinde. Eğer biz güçlü olmasak bunları kabul ederler miydi. Lütfen diret “dedim.

Dağhan’ın da karşı görüşlerini dinledikten sonra küçük bir adım geri atmaya ve şarkının sadece çok küçük bir bölümünü Nilüfer’in tek başına söylemesine izin vermeye karar verdik.

Tekrar salona döndüğümüzde Dağhan sözü alarak kararımızı bildirdi ve bu noktadan daha ileri gitmemizin kesinlikle mümkün olmayacağını da kesin bir dille belirtti.

Bunun son sözümüz olduğunu anlayan Odeon ekibi de Nilüfer için küçük de olsa bir ayrıcalık sağlamış olmanın rahatlığı ile son teklifimizi kabul etti.

Eurovision Ajda Pekkan da dahil olmak üzere o zamanlarda çok kapalı bir sistem içinde yaşayan tüm şarkıcılarımız için batıya kendini göstermenin belki de tek yolu idi.

Nilüfer de küçük bir bölümde olsa şarkıyı tek başına seslendirecek ve kendini gösterebilecekti.

Açıkçası ben de onun hiç olmaz ise bu kadarını hak ettiği düşüncesinde idim.

Bizim bu toplantıdan çıkarttığımız en büyük başarı gurubun sadece bir ismi olacağı ve Nilüfer’in isminin ayrıca geçmeyeceği idi ama ne yazık ki TRT bile 1978 yılından bahsederken bizden Nilüfer ve Gurup Nazar olarak bahsediyor.

Evet artık Nüket’li günlerimiz sona ermiş Nilüfer’li günlerimiz başlamıştı.

Odeon gerçekten üstüne düşenleri hızlı bir biçimde yapmaya başladı.

Daha hiçbir şey belli değil idi ama sanki finale kalmış gibi çalışmaya başlamıştık.

İlk toplantımız Bebek Korusu’nda Hümeyra’nın evinde oldu.

Niye Hümeyra’nın evi seçilmişti bilmiyorum ama evde onun dışında Betül Mardin ve Dani Grünberg’in eşi olan kızı Leyla Grünberg de vardı.

Bu görüşmede bizi tanımış oldular. Aslında Hümeyra Dağhan’ı 1970’li yılların başında DJ’lik yaptığı Club 33’ten yakından tanıyordu.

Bu görüşmenin sonucu olarak sahne koreografimizi yapacak isim belirlendi.

Bu isim daha sonra nikah şahitliğimi de yapacak olan ve dünyada tanıdığım en özel insanlardan biri olan Haldun Dormen idi.
Her zaman bana bu yarışmanın kazandırdığı en önemli artılardan birinin Haldun Abi ile tanışmış olmam olduğunu düşünmüşümdür.

Bir yandan Nilüfer’li şarkı kayıtları yapılırken bir yandan da yine benim ofisimde bu kez de Haldun abi ile koreografi çalışmalarımız devam ediyordu.

Bu arada biz her ne kadar finalde yarışacak gibi çalışmalarımıza devam ediyorsak da aslında şarkımız ik elemeler için TRT’ye teslim edilmişti ve her geçen gün heyecanımız artarak sonuçları bekliyorduk.

Ve nihayet beklenen gün geldi.

TRT finale kalan şarkıları ve söyleyenleri açıklayacaktı.

Biz de heyecanla televizyonun karşısına geçip sonuçları beklemeye başladık.

Ve bir anda kendi ismimizi duyduk.

TRT’nin finale bıraktığı 12 şarkıdan biri de bizimki idi.

TRT Finale Kalma Yazısından Alıntı

Zıp zıp zıpladığımızı hatırlıyorum.

Her ne kadar kendimizden çok emin olsak da sonuçta kaderimiz bir jürinin elindeydi ve her şey olabilirdi.

Büyük bir şey başarmış, adımızı ilk 12’ye yazdırmıştık.

TRT Finale Kalma Yazısı

TRT Finale Kalma Yazısı

Beni Tebrik Eden Arkadaşlarım
Sezen Aksu

Beni tebrik eden arkadaşlarıma “bu bir şey değil, biz 1. olacağız” diyordum. Aralarından bana bozulanlar ve “biraz mütevazi ol” diyenler çıktı.

Ben de onlara “Siz mütevazi kelimesinin anlamını bilmiyorsunuz. Ben iddialıyım. Birinci olduğumuz takdirde bugün sizinle ilişkilerimiz nasılsa yine aynı olacak. Havalara filan girecek değilim. Eğer bende bir değişiklik görürseniz bu kelimeyi kullanın” dedim.

Hayatım boyunca iddialı olmayı sevdim. Ama elbette bu iddiayı taşıyacak alt yapımın olduğu konularda.
Ancak daha her şey bitmemişti.

Bu 12 şarkıyı seslendiren şarkıcılar ekrana çıkacak ve şarkılarını seslendirecek, onların sahne performansını izleyecek jüri de 6 şarkıyı finale bırakacaktı.

Finale kalabilmek için bu kez sahne performansımızı da göstermemiz gerekeceğinden hızla sahne giysilerine ihtiyacımız vardı.

Oldukça yetkin ve etkin bir ekibimiz vardı. Bu konuda bize destek olmak üzere o günlerin en büyük moda markası olan Vakko’yu ikna etmeleri zor olmadı.

Bir gün giysilerimiz ile ilgili karar verilmesi için Merter’deki Vakko binasında Vitali Hakko’nun odasına gittik.

Ben aslında bu odaya daha önce bir kez daha gelmiştim.

Ali Poyrazoğlu bir gün arayarak Vakko defilesinde mankenlik yapar mıyım diye sormuş ben de her şeyi bir kez de olsa denemeyi seven biri olduğum için bu teklifi kabul etmiştim.

Demir ticaretine yeni başladığım günlerdi.

Bu da yine müziğe ilk adımlarımı atarken olduğu gibi hobi olarak düşündüğüm bir kerelik bir deneyimdi.

Aklımda bundan yıllar sonra Türkiye’nin en büyük ve görkemli defilelerine imza atacak bir şirketin sahibi olacağım ve yaptığımız defileler büyük ses getirince o güne kadar en gösterişli defileleri yapan Vakko ile büyük bir rekabet yaşayacağım, bunun medyaya dahi yansıyacağı aklıma dahi gelmezdi:

O günlerde giyinmeye çok meraklı idim ve sık sık Milano’ya giderek zamanla tanıdığım çok özel mağazalardan yeni moda olmuş, hatta birkaç ay sonra moda olacak kıyafetler seçiyor onları giyiyordum.

İstanbul’da da bu konuda son derecede başarılı olan Ali Alta Moda mağazasının başındaki Muzi yeni ürünler geldiğinde hemen bana haber verir ve ben de daha kimse görmeden gidip ilk seçimleri yapardım.

Bu nedenle Vitali Hakko’nun odasında defilede giymek üzere üzerimde denenen giysilere bakmış ve bu işi zevk için yapıyor olmamın yanında 24 yaşında olmanın da getirdiği cesaret ile son derecede ukalaca bir tavırla “ben bunları giymem, modası geçmiş şeyler bunlar” demiştim.

Vitali Hakko ise bana kızacağına akrabası ve sağ kolu olan Alberto’yu (Elhadif) çağırmış ve “bak çocuk ne diyor” diyerek benden o günün modası ile ilgili bilgiler almış ve giysileri de ona göre diktirmişti.

Defileye çıktığımız gün aynı defilede benim gibi ilk kez mankenlik yapacak olan Selçuk Özer’i prova arasında defilenin yapıldığı Park Otele yürüme mesafesinde olan Divan Oteli’ndeki berberime götürmüş ve afro olan saçlarını aynı benim gibi kısacık kestirtmiştim.

Döndüğümüzde Selçuk’un saçlarını çok beğenen Vitali Hakko Selçuk’u Vakko’nun sürekli mankeni yapmış ve Selçuk nerede ise “alamet i farikası” olan bu saçlar ile uzun yıllar filmlerde de başrol oynamıştı.

Beni görür görmez tanıyan Vitali Hakko gülerek “bu sefer de giymem demek yok” diyince hiçbir şey anlamayan bizim ekip şaşkınlık içinde baka kalmıştı.

Bu sefer ağzımı açmaya hiç niyetim yoktu. Hep birlikte verilen karara ben de uydum ve giysi problemimiz de böylece çözüldü.

16 Aralık 1977 akşamı büyük bir heyecan içinde bunca aylık çalışma sonrasında ilk defa profesyonel bir ortamda ilk sahne performansımızı gerçekleştirdik.

Yapılan yayın sonrasında bir araya gelen profesyonel jürinin finalde 5 eserin yarışmasına karar verdiğini ve bunlardan birinin de bizim şarkımız olduğunu mutluluk içinde ertesi gün öğrendik…

Ancak TRT yetkilileri bu 5 şarkıdan biri olan ve o günlerin çok ünlü 6 şarkıcısı tarafından seslendirilen Atilla Özdemiroğlu/Şanar Yurdatapan imzalı “İnsanız Biz” adlı şarkının sözleri içinde geçen “hayvanız biz” sözlerini sakıncalı bularak sonuçta 4 şarkının finalde yarışacağını açıkladılar.

Bunun üzerine Danıştay’a başvuran Şanar Yurdatapan bu haksız elemeyi hukuk yolu ile geri döndürdü ve finalde 5 şarkının yarışacağı resmen belirlendi. Bkz Ek

Finale 5 şarkı kalmıştı ama medyada sık sık iki şarkının 1.lik için çekişeceği şeklinde haberler çıkmaya başlamıştı. Bu iki şarkıdan biri bizim şarkımız olan Sevince diğeri ise Nükhet Duru ve Modern Folk Üçlüsü tarafından seslendirilen Dostluğa Davet adlı şarkılardı.
Bir anda tüm gazete ve dergilerde haberlerimiz çıkmaya ve kapak olmaya başlamıştık.

Dağhan ile ben daha çok işin keyfini çıkarıyor gülüp eğleniyorduk ama o günlerde zaten çok meşhur bir isim olan Nilüfer için aynı şeyi söylemek mümkün değildi.

O bizden daha çok stres altında idi.

Bunu bugünkü tecrübem ile bunu Hair müzikali sırasında şahit olduğum bir olaya çok benzetiyorum.

Hair müzikalinde oynadığımız günlerde Füsun Önal kendine gelen cazip bir teklif nedeni ile kadrodan ayrılmış ve yerine Gülriz Sururi’nin oynayacağı belli olmuştu.

Gülriz hanımı ilk sahneye çıkacağı gün kuliste sahneye çıkacağı kapının önünde tir tir titrerken heyacan içinde görmüştüm.

O günkü toyluğum bana o an “aaa şuraya bak biz amatör gençler ne kadar rahatız, Gülriz Sururi gibi yılların ismi nasıl oluyor da bu kadar kendinden güvensiz olabiliyor” dedirtmişti.

Nilüfer

Nilüfer’i Hiç Böyle Görmemiştik. Aman Nazar Değmesin!

Grup Nazar

Daha sonraki yıllarda edindiğim tecrübelerim bana bunun sebebini çok iyi öğretti.

Biz çoğunlukla bu oyun sonrası tiyatro yapmaya bile devam etmeyecek isimsiz gençler idik. Gülriz hanım ise geldiği noktada olabilmek için büyük çaba göstermiş, fedakarlıklar yapmış ,hayatını tiyatroya vakfetmiş çok önemli bir isimdi.

Yani bizim kaybedecek hiçbir şeyimiz yokken onun tüm yaşantısı ve geçmişi bir risk altında idi. En ufak bir başarısızlıkta kaybedecek çok şeyi vardı. Bu onun stresi ve heyecanı idi.

İşte bu Nilüfer için de geçerliydi ama o günlerde bizde bunu değerlendirecek bir birikim yoktu.

Zeynep ise aramızdaki en rahat kişiydi. Okuluna gidiyor, röportaj ve/veya fotoğraf çekimi olduğunda ya da prova yapacaksak bizimle bir araya geliyor, genç yaşta bu başarıyı kazanmanın keyfini çıkarıyordu.

Bu arada hiç aklıma gelmeyen ama olması aslında çok muhtemel olan bir şey bütün keyfimi kaçırdı.

Askerlik Şubesi’nden gelen bir yazı ile askerlikteki sınıf ve birliğimin tayini için 15 gün sonra önce muayene sonra da mülakata girmem gerektiği bildiriliyordu. Bu ilk sevkiyat gününde askere gitmem gerekeceği ve birinciliği kazanmamız halinde de benim Paris’teki finale katılamayacak olmam manasına geliyordu.

Ne yapacağımı şaşırmıştım. Zeynep’in de Nazar grubunda yer alıyor olması nedeni ile o günlerde artık nerede ise her gün görüştüğümüz Şeci amcam “dur sana bir rapor almaya bakalım” dedi.

Ancak bu rapor öyle herhangi bir doktordan ya da hastaneden alınacak bir rapor değildi.

Tam teşekküllü bir devlet hastanesinden ve ekip raporu olarak alınması gerekiyordu.

Bunun üzerine amcam Çapa Tıp Fakültesi’nde görevli yakın arkadaşı Prof. Muzaffer Cev’i bir whisky içmeye evine davet etti.
Muzaffer bey geldikten sonra da biraz hoş sohbetten sonra konuyu açtı.

Muzaffer bey biraz düşündü ve bana dönerek

“Bak oğlum benim bir çok öğrencim ve saygın bir ismim var. Yani gidip arkadaşlar ile görüşüp sana bir rapor alamam. Kendimi rezil edemem. Şimdi sen imtihan gününden bir gün önce geç bir saatte Çapa Acil’e git, arkadaşlar ile içki içmiştim eve geldiğimde merdivenlerden düştüm başımın arkasını vurdum. Ondan sonra geçen uzun bir süreyi hiç hatırlamıyorum. Kendime geldikten bir müddet sonra da kustum de. Benim ismimi ver, aile dostumuz olur onu aradım o da aman hemen Çapa’ya git beyin kanaması riski var dedi dersin. Seni müşahade için yatırırlar. En az 48 saat orada yatman gerekir. Ama senden önemle rica ediyorum. Lütfen bu durumu kimse anlamasın, gerçek bir hasta gibi davran” dedi.

Yapacak bir şey yoktu. Heyecan içinde o günün gelmesini beklemeye başladım.

Ve mülakattan önceki günün gecesi Muzaffer beyin söylediği gibi amcam beni Çapa Acil’e götürdü ve nöbetçi doktora bana öğrettiklerini aynen söyledim.

Tahmin ettiği gibi beni hemen yatırdılar. Amcam bu konularda çok becerikli olduğu için özel bir odaya yatarım diye ümit etmiştim ama hiç boş oda olmadığından yaşlı bir amca ile aynı odayı paylaşacaktım.

Haldun Dormen

Hastanedeki üç günüm tahminimden hızlı bir şekilde geçti.

Bir aile dostumuz olarak ziyaretime gelen Muzaffer Cev hocanın yardımı ile ekip raporunu da hızlı bir şekilde alarak hastahaneden çıktım.

Artık biraz rahatlamış olarak çalışmalara devam edebilecektim.
Her gün yine benim iş yerimde bir araya geliyor hem şarkıyı seslendiriyor hem de koreografi çalışıması yapıyorduk.

Ve rapor, provalar, yeni giysiler darken nihayet final ve Ankara’ya gitme zamanı gelmişti.

Ben o günlerde arabasız yaşayamadığımdan olacak karayolundan gitmeye karar verdim.

Zeynep de benimle gelecekti.

Altımda daha henüz bir yaşında olan tek kapılı bir Oldsmobile arabam olmasına rağmen o günün yol koşulları ve kış şartlarını da düşünerek babamın daha birkaç ay önce almış bulunduğu son model Mercedes’ini almaya karar verdim ( bunu yazmamın önemli bir sebebi var ama bunun için biraz daha bekleyeceksiniz)

Güzel ve rahat bir yolculuktan sonra Ankara’ya kalacağımız Marmara Oteli’ne ulaştık.

Tüm gazeteciler peşimizde idi.

5 Finalist de Aynı Umutla Pazar'a Hazır
Nazar Boncukları

İlk ropörtajımızı daha sonraları bir siyasi yazar olarak büyük isim yapacak Yavuz Gökmen’e verdik.

Yavuz Gökmen sözü dolanıp dolaştırıp Ali Kocatepe ve Şanar Yurdatapan’a getiriyordu. Biz de saf saf dinliyorduk. Daha sonra anladık ki Ankara’da büyük bir kulis dönüyordu.

Ali Kocatepe bir takım stratejiler uygularken solda bir çizgiye sahip olan Şanar Yurdatapan da sol tandanslı bir hükümetin başta olmasının avantajını lehine çevirmeye çalışıyordu.

Biz ise böyle konulara uzak olduğumuz için en güzel olan ve en iyi icra edilen şarkı nasıl olsa kazanır rahatlığı içinde idik.

Neler dönüp dolaştığını yarışmadan sonra anlayacaktık.

Otelde de bir yandan son provalarımızı yapıyor bir yandan da hayalden gerçeğe dönüşmüş olan .durumun keyfini çıkarıyorduk.

Bu arada İmkansız adlı şarkıları ile yarışan Özkan Uğur ve Cengiz Teoman ile ile de “Best Friend” olmuştuk. Cengiz daha sonra benim Yeni Bir Gün Başlıyor adlı albümümdeki tüm şarkılarda bateri çalacaktı.

Heyecandan ölen bir çok yarışmacının aksine biz sürekli şamata yapıyor, çılgınlar gibi eğleniyorduk.

Ve nihayet final günü geldi.

Tüm yarışmacılar heyecan içinde Arı Stüdyosu’nda buluştuk.

Benim sakinliğime tüm yarışmacılar bozuluyorlar ve nasıl böyle sakin olabiliyorsun diyorlardı ama bilmiyorlardı ki heyecandan sık sık burnum kanıyordu.

Ve biz tam sahne almadan çok ilginç bir şey oldu.

En büyük rakiplerimizden biri olan Grup Sekstet bize kocaman bir çiçek göndermişti. Başarılar diliyorlardı.

Pek anlam veremediğimiz bu davranışa yine ancak daha sonra duyduklarımız ile bir anlam verebilecektik.

Sahneye çıktığımızda bizim ekipte de herkes heyecandan tit tir titremeye başlamıştı.

Koreografimiz icabı şarkıya arkamız seyircilere dönük başlıyorduk.

Biz yerimizi aldıktan sonra ismimiz anons ediliyordu.

İşte orada geçen kısa zamanı bu heyecanlı halimizden kurtulmak için kullanmaya karar vermiştim. Eğer mikrofonlar açık olsa hepimizin rezil olacağı komik sesler çıkartarak bizim ekibi güldürmeyi başardım.

Bugün dahi Youtube’a girer de o geceki performansımızı seyrederseniz müziğin ilk notaları ile birlikte seyirciye döndüğümüzde 4 adet sırıtan yüz göreceksiniz. Bunu benim arkamız dönükken yaptığım şaklabanlıklara borçlu olduğumuzu bilmenizi isterim.

O kadar çok çalışmış o kadar çok canlı yayındaymışız gibi prova yapmıştık ki nerede ise hatasız olarak performansımızı sonlandırdık. Salondan kopan büyük alkış da bize büyük moral verdi.

Vazifemizi yapmıştık. Artık sıra jürinin kararına kalmıştı.

Dağhan, Özkan, Cengiz ve ben şamata yapmaya devam ediyorduk. Hatırladığım kadarı ile bizim dışımızda pek eğlenebilen yoktu.

Ve bitmek bilmeyen dakikalar sonrasında sahneye gelen Müzik ve Eğlence Dairesi Başkanı Yılmaz Dağdeviren kendisine uzatılan zarfı açıp kazananı gördükten sonra bir an şaşkınlık geçirdikten sonra kendini toparlayıp sonucu açıkladı.

1978 Eurovision Şarkı Yarışması’nın Paris’te yapılacak Uluslararası Finali’nde Türkiye’yi Gurup Nazar temsil edecekti.

06.05.1978

Hepimiz bir anda yumak olmuştuk.

Biz erkekler çılgınca kahkahalar atarken Nilüfer ve Zeynep gözyaşlarına boğulmuşlardı.

O günler için çok doğal gibi gözüken ancak şimdi geriye baktığımda şaşkınlık içinde hatırladığım bu sonuç belki de benim hayatımı tümü ile değiştirecekti.

Çünkü Eurovision denen salgın hastalığın virüsü damarlarıma sızmış, bir daha çıkmayacak şekilde kanıma karışmıştı.

O gece bu zaferin coşkusunu sonuna kadar yaşadık.

Ertesi gün Nilüfer, Dağhan ve ekibin geri kalanı hatırladığım kadarıyla tren ile dönerlerken Zeynep ile ben de geldiğimiz gibi araba ile dönüşe geçtik.

Ancak ertesi gün gazetelerde okuduğumuz bazı haberler bizi oldukça şaşırttı.

Jüri üyelerinden Selçuk Sun Şerif Yüzbaşıoğlu ve Önder Bali’ye demediğini bırakmıyor Ali Kocatepe de Danıştay’a başvuracağını söylüyordu. Neye dayanarak başvuracağını anlamak da mümkün değildi. Jürinin TRT’ye teslim ettiği imzalı sonuç belgesinde 5 Jüri üyesinin 4’ünün oyu ile Sevince birinci seçilmiştir yazıyordu.

Bu arada babam kafayı TRT Daire Başkanı Yılmaz Dağdeviren’in zarfı açıp da sonuçları gördüğünde yaşadığı şaşkınlığa takmıştı.

Videoyu bir ileri bir geri sarıyor tekrar o anı seyrediyor ve bize de “gelin gelin bakın bu işte kesin bir iş var” diyordu.

Tartışmalar bir süre daha devam etti ama biz hiç bir şeyi takmadan önümüze baktık.

Ne var ki bundan 3 yıl sonra konunun aslını jüri üyelerinden Şerif Yüzbaşıoğlu’ndan öğrenecektim.

1978’e tekrar dönecek olursam önümüzde Avrupa finali için vardı iki ay vardı.

Hazırlıklarımız daha da hızla devam edecekti.

Ancak Eurovision tecrübem arttıkça iyice fark ettiğim bir konu ilk belirtilerini bu aşamada da göstermeye başlamıştı.

Şarkıcılar Türkiye elemelerinde bu yarışmayı kazanmak için ellerinden geleni yapıyorlar , bu belki de en çok istedikleri şey oluyor ancak kazandıkları andan itibaren altından kalkılmaz bir stres altına giriyorlardı.

Bunun sebebi de gayet açıktı, o günlerin oylama sistemi ile yine o günlerin bir 3. Dünya ülkesi olan Türkiye’nin bu yarışmadan ağzı ile kuş tutsa yüksek puanlar çıkarması nerede ise imkansızdı.

Ünlü şarkıcılar da kendilerini Avrupa’da müzik sektörüne göstermek için büyük bir fırsat olarak gördükleri bu yarışmayı kazanmak isteseler de alınacak sonucun kötü olma olasılığı onlerı yiyip bitiriyor, yurda dönüşlerinde alacakları tepkileri düşünerek strese giriyorlardı.

Nilüfer’de de hafif hafif o panik hali başlamıştı.

Ama daha bunları düşünmek için çok zaman vardı. İlk olarak tanıtım filmini çekecektik.

TRT’den gelen bilgi doğrultusunda tanıtım filminin çekimi Ürgüp ve Göreme’de yapılacağını öğrendik.

*Biz ekip olarak Ankara’ya gidecek ve orada TRT ekibi ile buluşarak Ürgüp’e geçecektik.

13 Mart 1978 günü İstanbul’dan yataklı trene binerek sabah Ankara’da olduk. Oradan da bizi karşılayan TRT ekibi ile birlikte Ürgüp’e doğru hareket ettik.

Ürgüp’e geldiğimizde hava oldukça bozuk ve soğuktu.

O günlerde TRT henüz renkli yayına geçmemişti. Hatta bizim yarışma dahi siyah beyaz olarak yayınlanmıştı. Ancak tanıtım filminin renkli çekilmesi istendiğinden TRT’nin elinde bunu yapabilecek teknolojiye ve kameralara sahip tek imkan olan bir Canlı Yayın aracı da Ürgüp’e gönderilmişti.

TRT ekibinde İskender Salgırlı, Bülent Özveren ve Cengiz Baysal gibi isimler vardı.

Cengiz Baysal’ı Dağhan-Ahmet ikilisi olarak çıkarttığımız Bir Beste Yapsak adlı şarkımızın İngilizce versiyonunu söylediğimiz ve Fecri Ebcioğlu’nun sunuculuğunu yaptığı TV programının yönetmeni olduğu için daha önceden tanıyorduk.

Ürgüp’te tam 1 hafta kaldık.

Bu vaktin çoğu yemek, içmek ve eğlenmekle geçti.

Her gün kısa bir çekim yaptıktan sonra birbirimizden ayrılmak pek de mümkün olmadığından otelimizin altındaki aslında faal olmayan ama bizim için açılan kulübe gidip yiyor,içiyor ve eğleniyorduk.

Daha sonraki yıllarda da yakından şahit olduğum gibi TRT elemanlarının içki ile arası oldukça iyiydi.

Yakından tanıdıkça hepsinin son derecede sempatik,cana yakın ve kültürlü insanlar olduğunu gördük.

İlk bir araya geldiğimizde bize biraz mesafeli davranmışlardı ama birbirimizi tanıdıkça aramızdaki buzlar erimiş ve birlikte bayağı eğlenmeye başlamıştık.

İlk defa yaşadığımız ve daha sonra iki kez daha yaşayacağım bir merhale de bitmiş ülkelerin tüm Avrupa’ya ilk tanıtılacağı gece gösterilecek filmin çekimini de arkamızda bırakmıştık.

Ama Türkiye’de yaşayan her erkeğin bildiği gibi askerlik hiç bir şeyi dinlemezdi.

Bir tedbir olarak rapor almış ve mülakata gitmemiştim ama bu sadece geçici bir tedbir idi.

Askerlik terimlerinde bunun adı “bakaya kalmak” idi ve bir askeri mahkeme haklı sebebim olup olmadığına karar verecekti.

İş bununla da bitmiyordu. Yeni bir celp dönemi daha yoldaydı.
Bir çözüm bulmalı idim.

O yıllarda yaşamayanların Eurovision Şarkı Yarışması’nın o günlerdeki popülaritesini hayal etmeleri bile zor. Bu yarışma ülkede yayın yapan tek bir televizyon kanalının en çok ilgi çeken programı idi. Herkes tarafından sabırsızlıkla beklenip ilgi ile izlenmesi yanında tüm gazete ve dergilerde de en çok haber olan konu bu idi.

Bu popülerliğin işime yarayacağını düşünerek ve cesaretimi toplayarak bir gün Haydarpaşa Askeri Hastahanesi’ne gittim ve baş hekim ile görüşmek istediğimi söyledim.

Hastanedeki herkes televizyon yayınları ve gazetelerde çıkan haberlerden beni tanıdığı için baş hekimin odasına alınmam hiç de zor olmadı.

Ama beni oraya alanlar sivil memurlardı ve bir subay olan başhekimin nasıl bir tavır alacağını bilmiyordum.

Karşıma şimdi internetten bakıp da öğrendiğime göre o zaman 54 yaşında olan ama bana o gün oldukça yaşlı gelen son derecede babacan, güler yüzlü bir askeri doktor çıktı.

Hulki Müderrisler olan ismini de hala unutmamış olduğumu bu satırları yazmaya başladığımda fark ettim.

Biraz hoş sohbetten sonra aldığım rapor da dahil olmak üzere durumumu ve endişemi ona dürüstçe anlattım.

O kadar sıkıntılı bir ifade ile anlatmış olmalıyım ki bana “dur canım, sen bu dönem askere gitmezsen savaş kaybetmeyiz, elbette bir yolu bulunur” dedi.

Önemli bir askeri hastahanenin başhekimi olmanın getirdiği bazı imtiyazlar olmalı ki hemen bir askeri hakimi aradı ve tahmin ettiği gibi dosyamın onda olduğunun teyidini aldı.

Bana “Seni tekrar muayene ve mülakat için çağırdıklarında bana gel buradan bir rapor veririm. Şimdi benim yanımdan çıkınca da ismini verdiğim askeri hakime git o da senin bir önceki raporunu kabul edip beraatine karar verecek” dedi.

Hayatımın en akıllı kararlarından birini verdiğimi düşünerek ve yüzlerce kez teşekkür ederek yanından ayrıldım.

Daha sonra da tam bana söylediği gibi öncelikle bakaya suçundan beraat ettim.

Elimde askeri hastahaneden alınmış bir rapor olduğu için de muayene ve mülakata ikinci kez davet edildiğimde gitmediğim için de mahkemeye bile verilmedim.

Çok büyük bir problemi çözmüştüm ve kuşlar gibi hürdüm.

Çözmemiz gereken son bir konu var idi.

İlk elemelerde giydiğimiz giysilerden çok memnun değildik.

Vakko sonuç olarak bir hazır giyim firması idi ve belirli bir amaca yönelik sahne giysileri hazırlayacak tasarımcılara sahip değildi. Bizim bunun için biraz daha yaratıcı olabilecek bir tasarımcıya ihtiyacımız vardı.

Aklımıza bundan 9 yıl sonra 1987’de Seyyal Taner ve Grup Lokomotif’in giysilerini de yapacak olan Cemil İpekçi geldi.

Son derecede renkli bir kişiliğe sahip olduğu için Cemil ile çalışmak oldukça zevkli ve keyif verici idi.

Bizim için hepsi aynı desenli kumaşlardan ama her biri farklı biçimlerde dikilmiş özgün bir dörtlü kombin hazırladı.

Sonradan baktığımda benim ve Dağhan’ın giysilerinin son derecede başarılı olduğunu ama Nilüfer ve Zeynep’în giysilerinin onları olduklarından çok daha şişman gösterdiğini görebiliyorum. Keşke müdahale etseydik.

Bir de benim için özel yaptırdığı ve İtalya’nın en şık mağazalarında bile bulunması zor olan harika deri çizmelerin üst bölümüne taktığı konçlar yüzünden yarışma sırasında balıkçı çizmeleri gibi gözükmesi çok üzüldüğüm konulardan biridir.

Hatta yarışmacılar ile dalga geçmek konusunda oldukça büyük bir şöhrete sahip olan BBC’nin kıdemli Eurovision sunucusu Terry Wogan’ın da o klas deri çizmeleri lastik zannedip yayında balıkçı diye dalga geçmesi giyim kuşama son derecede meraklı olan biri olarak beni fazlası ile üzmüştü. Şimdi umurum bile değil tabii ki.

Fransa’ya hareket tarihimiz hızla yaklaşıyordu.

O yılları yaşamamış olanlar yine şaşıracaklar ama Türkiye’de o dönem uçak biletinizi ve bankadan dövizinizi alıp canınız çektiği zaman yurt dışına gidebildiğiniz bir dönem değildi.

Yurt dışına ancak iki senede bir kez, o da yanınızda devletin size tahsis ettiği sadece 200 USD ile gidebiliyordunuz.

200.- USD neye yeter diye düşünüp de (ki öyleydi) yanınıza fazladan döviz alır ve sınır kapısında yakalanırsanız Türk Parasını Koruma Kanunu adı verilen bir kanun yüzünden yıllarca hapiste yatabilirdiniz.

Ama biz TRT kanalı ile devlet tarafından verilen gri renkli bir hizmet pasaportu ile çıkış yapacağımızdan 2 yılda bir kez yurt dışına çıkma kısıtlamasını aşıyorduk.

Hayatları boyunca en sevdikleri şey seyahat yapmak olan annem ve babam da bu fırsattan yararlanmak istiyorlar, Zeynep’I ve beni de Paris’te sahnede izlemek istiyorlardı.

Babam zaten tam bir Paris aşığı idi.

1977 yılında annem ile birlikte Paris’e gitmişler ve 6 ay orada yaşamışlardı.

56 yaşında olmasına ragmen gündüzleri Fransızca’sını ilerletmek için okula gitmiş, onun dışındaki saatlerde annem ile gezmedikleri semt; gitmedikleri konser, tiyatro ve etkinlik bırakmamışlardı.

Annem hep “gittiğimiz çoğu yerde içeridekilerden en az 30 yaş daha büyüktük” derdi.

Amcam ve yengem de aynı düşüncede olunca TRT’ye başvurarak onları da akreditasyon listesine almalarını ve bunu da Fransız televizyonuna bildirmelerini rica ettim. Onlar da hemen bu işlemi yaptılar.

Eurovision 1978
Şimdi düşünüyorum da bunu yaparak büyük bir zarafet göstermişler.

Arkasından Fransız Konsolosluğu’na giderek Fransız televiyonuna gönderilen akreditasyon listesinde babamın, amcamın ve eşlerinin isimleri olduğunu, yurt dışına çıkış izni alabilmeleri için İstanbul Valiliği’ne hitaben “bu kişiler Fransız hükümetinin davetlisidirler” diye bir resmi yazı vermelerini rica ettim. Aksi takdirde valilikten izin alamazdık.

Eurovision 78
Konsolos bana bunu seve seve yapacağını ama yarışmayı yayınlayacak Fransız TF1 televizyonundan ona hitaben bu isimler davetlidirler yazılı bir teleks gelmesi gerektiğini söyledi.

TF1 yetkilisine bir teleks ile babamların kendi masraflarını karşılayacaklarını ama Türkiye’deki mevzuat nedeni ile “davetlidirler” şeklinde bir yazı gerektiğini , kendisinin de bu konudan haberdar olduğunu söylememi de tavsiye etti.

Ben de aynı onun söylediği gibi bir teleks çektim ve bu uzun uğraşlardan sonra Fransız Konsolosluğu’nun İstanbul Valiliği’ne hitaben gönderdiği resmi bir yazı sonucunda babamlar da iki yılda bir kereden fazla yurt dışına çıkamama yasağını delmiş oldular.

Şimdi geriye dönüp bakınca ne kadar zor bir işi ne kadar kolay yapmış olduğumuzu şaşkınlık içinde görüyorum.

Fransız devletini önemli bir yasağı delmek konusunda yanımıza alabilmiştik.

Bu Eurovision yarışmasının Fransa için de ne kadar önemli bir organizasyon olduğunu göstermek açısından ilginç bence. Herhalde bu yarışmada Türkiye’yi temsil eden kişilerden biri olmasam böyle bir talebim için parmaklarını bile kıpırdatmazlardı.

Sıra gelmişti seyahatimizi nasıl yapacağımıza.

Şimdi bana bile bir delilik gibi gözükse de çocukluğumdan beri ailem ile Londra’ya kadar araba ile gidip gelmeye alışık olan, bundan büyük zevk alan ve son yıllarda da bunu sık sık kendi başına yapan biri olarak Paris’e araba ile gitmeye çok önceden karar vermiştim.

Dağhan ile yarışma sonrası Londra’ya geçmeyi, dönüşte de İsviçre’ye uğrayarak Atilla Şereftuğ ve Erdal Kızılçay’ı görmeyi planlıyorduk.

Yakın arkadaşımız Osman Taneri de bizimle gelmek istediğini söyleyince iki arabalık bir konvoy olmuştuk. Bu kararımızı anlattığımız TRT yetkilisi arkadaşlarımız da bizimle gelmeye karar verdiler.

Bu fırsattan istifade ederek Avrupa’yı geze geze ve bir çok değişik yer göre göre gidecektik.

Ve hareket günü geldi. Suadiye’deki evimizin önünde bizden hemen sonra yine araba ile yola çıkacak olan anneme, babama ve kız kardeşime veda ettikten sonra Bülent Özveren, Bülent Varol ve İskender Salgırlı’yı karşılamak üzere Bostancı Tren İstasyonu’na gittim.

14.04.1978

Buradan istikamet Mecidiyeköy’deki iş yerim idi. Dağhan ve Osman da oraya geleceklerdi.

Ofiste yaptığımız hızlı bir kahvaltıdan sonra iki Bülent’ler ile Dağhan benim, tek kapılı Oldsmobile’ime, İskender Salgırlı da Osman ‘ın Renault 12’sine binerek yola koyulduk.

İstikamet daha önce bir çok kez yaptığım gibi Bulgaristan ve Yugoslavya üzerinden bir an önce İtalya’ya, Trieste’ye kapağı atmaktı.

Yugoslavya ve Bulgaristan o günlerde komünizm ile yönetiliyordu ve her iki ülkede de büyük bir baskı hüküm sürüyordu. Daha önceki geçişlerimde bir çok tatsız olay ile karşılaşmıştım. Tek istediğim bu ülkelerden mümkün olduğunca hızla geçmekti.

Ancak ne kadar hızlı ve durmadan gitseniz de sınırlardaki sıkı pasaport kontrollerinin oldukça vakit kaybına sebep olacağını bildiğimden daha önceki seyahatlerimde hep yaptığım gibi ilk günün hedefi olarak Belgrad’ın hemen girişindeki Avala Motel’i seçmiştim.

Planladığım gibi de oldu. O gece Avala Motel’de sabahladıktan sonra Belgrad,Zagrep ve Ljubliana üzerinden güneye inerek akşamüstü Yugoslavya – İtalya sınırının hemen yanındaki Trieste’ye ulaştık. (bugünkü Slovenya – İtalya sınırı)

Trieste aile olarak araba ile çıktığımız ilk Avrupa seyahatinde bana “işte Avrupa’ya geldik “dedirten deniz kenarında çok güzel bir İtalyan şehri idi.

Doğruca daha ilk seyahatimizde keşfettiğimiz ve daha sonrada bir çok kez kaldığımız Madam Pia’nın harika manzaralı butik oteline gittim ama burada pek de hoş olmayan bir durum ile karşılaştık. Tüm odalar dolu idi.

Aklıma çok yakındaki deniz kenarına inen bir tepede yer alan ve bir çok kez görüp beğendiğim sempatik otel geldi.

Burada bir problemle karşılaşmadan hepimiz için boş odalar bulduk ve güzel bir gece geçirdik.

Sabah erkenden Trieste’den yola çıktık ve o akşam da yol üstünde şimdi nerede olduğunu anımsayamadığım bir otelde kaldık.

Sabah oteli terk ederken resepsiyon görevlisi kahvaltı salonundaki Bülent Varol ve İskender Salgırlı’nın pasaportlarını da bana verdi. Onlar da biraz geç kaldıklarından acele ile pasaportlarını almadan arabaya bindiler ve yola çıktık.

Fransa sınırına geldiğimizde ben herkes pasaportlarını hazırlasın diyince otelde unuttuklarının farkına varan iki TRT görevlisi arkadaşımız büyük bir paniğe kapıldılar.

Saatlece yol almıştık. Geri dönüp pasaportları otelden almak gidiş geliş olarak en az 1 gün sürecekti.

Şakamızı biraz sürdürdükten sonra gerçeği söylediğimizde yeniden doğmuş gibi oldular.

Akşam Paris’te idik.

Bizim geldiğimiz gün ekibin diğer elemanları olan Nilüfer, Zeynep ve Onno Tunç da uçakla gelmişlerdi ve hepimiz otelimizde buluşmuş olduk.

18.04.1978

Yarışmanın yapılacağı Palais de Congress kompleksi içinde yer alan Concorde La Fayatte harika bir oteldi.

Otele yerleşir yerleşmez hemen kendimizi sokaklara attık ve Saint Germain’de bir şeyler yedikten sonra o yılların şartlarında ülkemize gelmesinin daha ne kadar süre alacağını bilmediğimiz Saturday Night Fever adlı filmi izlemeye gittik.

Otele döndüğümüzde arabaların oldukça küçük olduğu Fransa için dev boyutta kalan arabamı otelin önündeki geniş caddeyi çift sıra halinde ikiye bölecek şekilde arka arkaya dizilmiş arabaların arasında büyük şans eseri olarak bulduğum boş bir yere park ederek odama çıktım ve yattım.

Sabah kalkıp da refleks olarak camdan aşağı baktığımda gördüğüm manzara dudaklarımı uçuklattı. Dün akşam oldukça sakin olan ve çift sıra arabaların park etmiş bulunduğu caddede aralarına arabamı park ettiğim arabalardan hiç biri yoktu.

Yüzlerce araba trafikte seyrediyor ve arabam caddenin ortasında sanki yukarıdan helikopter ile indirilmiş gibi tek başına duruyordu. Bir şeriti kullanılmaz hale getirdiğinden trafiği de mahvediyordu.

Başında 3-4 polis şaşkın şaşkın arabaya bakıyorlardı.

Üstüme ne giydim, nasıl yaptım bilmiyorum ama iki dakika içinde arabanın başındaydım.

Eurovision yarışmacısı olmamın avantajı ile her hangi bir ceza yemeden arabayı polislerin elinden kurtarıp bana bu seyahatte oldukça pahalıya mal olacak otelin otoparkına götürdüm.

Bu arada yine bizim gibi araba ile yola çıkmış olan babamlar otelimizin tam karşısındaki Meridien Otele gelip yerleşmişlerdi. Akşamüstü de amcam ve yengem yine arabaları ile gelip babamlar ile aynı otele yerleştiler.

Bugün her şeyin başladığı gündü.

Kahvaltımızı yaptıktan sonra hepimiz hemen otelimizin altında olan Palais de Congress’e giderek yaka kartlarımızı aldık ve ilk şoku da orada yaşadık.

Tüm ülkelerin delegelerinin yaka kartlarındaki fotoğrafları renkli iken bizimkiler siyah beyazdı.

Açıkçası renkli vesikalık fotoğraf diye bir şey olduğundan haberimiz bile yoktu…

Ve bu yüzden bir hafta boyunca “biz geri kalmış bir ülkeden geliyoruz” diye ilan edercesine o kartları taşımak zorunda kaldık.

1982 yılında bu kez İngiltere’ye giderken renkli vesikalık fotoğraf bizde hala yoktu ama bu sefer rezil olmamak için fotoğrafçılık dahil bir çok konuda öncülük yapmış olan Pİmms/Selahattin Aygüler’den rica ederek normal bir fotoğraf çektirip ondan vesikalık fotoğraflar ürettirdik.

İkinci şokumuzu da ülkelerin yarışma boyunca kendilerine rehberlik yapacakları mihmandarları ile tanıştırılması sırasında yaşadık.

Bütün ülkelerin mihmandarları giysileri, saçları başları, giysileri ve üzerlerinde taşıdıkları mücevherleri ve saatleri ile zenginlikleri her hallerinden belli olan son derecede şık zarif hanımlar iken *** bizim mihmandarımız da yine her halinden belli olduğu şekilde tam aksine oldukça gariban genç bir kız idi.

Verilen davetlere katılmak için Paris’te çeşitli yerlere giderken hiçbir adresi bilmemesinden taşralı olduğunu anlamış, dayanamayıp sorduğumuzda da bir köyden geldiğini öğrenmiştik.

Allah’tan babamın aşık olduğu şehir olan Paris’e daha önce bir çok kez geldiğimden gideceğimiz adresleri bulmakta zorluk çekmiyordum.

Bu durumun sebebini bir kaç gün sonra iş için tesadüfen Paris’te olan Canik isimli arkadaşımıza davetiye istemek için gittiğimiz Organizasyon Komitesi’nin Başkanı’nın odasında anladık.

Kendisine gidiş sebebimizi anlattıktan sonra bizimle bir süre konuşup emin olmak istercesine bir kaç kez “siz gerçekten Türk ekibi misiniz “diye soran zarif hanım telefonla komiteden bazı arkadaşlarını da odasına davet ederek biraz da müstehzi bir ifade ile “sizi Türk’ler ile tanıştırayım” dedikten sonra bize dönerek “size bir şey anlatmak istiyorum” diyerek söze başladı.

Yarışmaya katılacak ülkelere mihmandarlık etmek üzere Fransa’nın en önde gelen iş adamlarının eşlerini bir araya getirmişler. Sonra da sırası ile tek tek ülkelerin adını okuyarak kimin o ülkeye mihmandarlık etmek istediğini sormuşlar.

Bütün ülkelerin adı okunduğunda mihmandar olmak üzere rekabete giren hanımlar arasından sıra Türkiye’ye geldiğinde talip olan bir kişi bile çıkmamış.

Komite başkanının ısrarları da işe yaramayınca komitedekilerden birinin aklına “ben bu organizasyonda görev yapmak istiyorum” diye mektup yazan köylü bir terzi kız gelmiş. O kızcağızı çağırıp bize mihmandar olarak vermişler.

Komite Başkanı hanımın bu hikayeyi anlatırken yüzünde oluşan mahcubiyet ifadesi hala gözümün önünde. Çok belliydi ki o da bizi gözünde çok farklı canlandırmıştı.

Bizden çok özür dileyerek Canik için istediğimiz davetiyeyi hemen verdi.

Arkadaşımız Canik isminden anlaşılabileceği gibi Ermeni kökenli bir Türk’tü. Paris’te bulunduğumuz günler de Asala Ermeni Terör örgütünün vahşice faaliyetlerinin tavan yaptığı günlerdi.

Bizim orada bulunduğumuz 24 Nisan haftası da sözde Ermeni Soykırımı’nın yıl dönümü olarak Fransa’da kutlanıyordu.

Büyükelçilerimizi öldürerek dikkat çekmeye çalışan bu örgütün bizi de katlederek ses getirmek isteyebileceğinden endişe duymadık dersek yalan olur.

Provalar bir yandan devam ederken her gün bir yandan da çeşitli davetler oluyordu.

Bu davetler içinde en görkemlisi daha sonra Fransa Devlet Başkanı da olacak Jacques Chirac’ın Valilik Sarayı’nda verdiği resepsiyon idi.

Galatasaray Lisesi mezunu olan ve Fransa’daki prestiji Türkiye’ye bence halen dahi yansımamış olan Erkan Özerman da hep bizimle birlikte idi.

Sonraları İstanbul’da Bay Şapka olarak büyük ün yapacak Ertekin de hep yanımızda olanlardandı ve bize yardımcı olmak için tüm zarafeti ile nerede ise çırpınıyordu.

Erkan bir gün o günlerin başarılı iş adamlarından biri olan Süha Özgermi’nin Paris’in en prestijli oteli olan George V’de kiraladığı Kral Dairesi’nde bizim şerefimize bir davet vermek istediğini söyledi. Kabul ettik ve gittik.

Bu davetin şeref misafirlerinden biri de artık Paris’te yaşamaya başlamış olan ve Burçak Tarlası adlı şarkısı ile Türkiye’de çok büyük üne kavuşmuş bulunan Tülay German idi.

İşin ilginç tarafı Talas Amerikan Ortaokulu’nda hayatımda ilk defa sahneye Burçak Tarlası’nın sözlerini değiştirerek yazdığım ve okul hayatımızı “ironize” eden bir şarkı söylemek için çıkmıştım.

Yani hayatımda yazdığım ilk şarkı sözü Burçak Tarlası’nın melodisi üstüne olmuştu. Ve ben şimdi o şarkının şarkıcısı ile birlikte idim.

Paris’te bir de bir kaç yıl önce Dağhan ile birlikte Bodrum’da tanıştığımız genç ama son derecede başarılı, zengin antikacı dostlarımız vardı.

Boş zamanımız olduğunda onlar hemen gelip bizi alıyor ve Paris’in popüler mekanlarını gezdiriyorlardı. Bu da hem yabancıların hem de bizim gazetecilerin dikkatini çekiyordu.

Gazetecller arasında o zamanların popüler dergilerinden biri olan Yedigün adlı derginin genel yayın yönetmeni Erdoğan Sevgin de vardı.

Erdoğan Sevgin diğer gazetecilerden biraz daha yaşlı, gözlerinde hafif bir kayma olan ama çok tonton gözüken bir gazeteci idi.

İlk geldiğimiz günlerde bize yanaşıp “çocuklar siz Paris’i biliyorsunuz, hanım ve akrabalar da bir çok sipariş verdiler bana yardımcı olsanız da şu siparişleri alsam” demişti.

Biz de onun yaşına hürmeten aslında bizim için büyük bir angarya olan bu konuda elimizden geleni yapmıştık. Erdoğan abiyi her gün almış arabam ile alışveriş merkezlerine götürmüş, bayağı vaktimizi harcamıştık.

Yarışma sonrası uğradığımız İngiltere’den dönüşümüzde Kapıkule Sınır Kapısı’nda aldığımız Yedigün dergisinde bizim ile ilgili yazdığı hayal mahsülü çirkin suçlamaları okuduğumuzda nasıl şaşırdığımızı tahmin dahi edemezsiniz.

İyilik yap kötülük bul atasözünün güzel örneklerinden birini yaşatmıştı bize Erdoğan Sevgin.

Bu arada daha sonraki tüm Eurovision yarışmalarımda olduğu gibi önce mesafeli ve hatta biraz küçümsenerek bakılan bizler bir anda en popüler yarışmacılar olmuştuk..

Ve nihayet final günü geldi çattı. Sanırım içimizde en heyecanlı olan kişi Nilüfer idi.

Ne de olsa bizim her birimizin farklı işlerimiz Zeynep’in de okulu vardı.

Nilüfer ise ülkemizde tanınmış bir şarkıcı idi ve alınacak kötü bir sonucun en çok onu etkileyeceği kuşkusuzdu.

Ancak madalyonun bir de başka yüzü vardı. Olası iyi bir sonuçta bundan en iyi yararlanacak kişi de yine Nilüfer idi.

Nilüfer bu arada o gece kendini grubun bir adım önünde göstermeye kararlı idi.

Bu yüzden sahne almamızdan önce yapılan TV çekimlerinde dörtlü olarak yürürken Nilüfer birden küçük bir depar atarak görüntülerde önde tek başına yürürken görüntülenmek ve bizi de onun vokal grubu olarak göstermek istedi.

Ama ne göreyim bizim 18 yaşına yeni girmiş Zeynep atletizm yarışlarında olduğu gibi bu atağa anında cevap vererek Nilüfer ile aynı çizgide kalmayı hatta bir adım da önüne geçmeyi başarmıştı.

Bu ne aramızda konuştuğumuz bir şeydi ne de Nilüfer’in böyle bir davranışta bulunacağını o zaman bilebilirdik ama sanırım zekası ile her zaman gurur duyduğum Zeynep yapılan atağın sebebini anlamış ve buna izin vermemişti.

Sahnede yerimizi aldığımızda Ankara’da olduğu gibi motive etmek amaçlı olarak “Çocuklar şu anda bizi yüzlerce milyon insan canlı olarak seyrediyor, heyecanlanmayı bırakalım. Bu kaç kişiye nasip olabilir. Bu anın keyfini çıkaralım” dedikten sonra her zamanki şaklabanlıklarımla yine yüzlerin gülmesini sağladım ve müziğin ilk notaları ile birlikte artık su içer yemek yer gibi hayatımızın bir parçası olan koreografimiz ve vokallerimiz ile şarkıya başladık.

Hiç ama hiç heyecanlanmadığımı dün gibi hatırlıyorum.

Bugün dinlediğimde bile gurur duyduğum gibi en ufak bir falso yaşamadan ve detone olmadan şarkıyı başarı ile bitirdik.

Nilüfer’in şarkının sonunda ayağı tökezlemiş gibi yaptığı kaçamak bir bireysel reverans bile keyfimizi kaçırmamıştı.

Üstümüze düşeni yapmış sıra sonuçları beklemeye kalmıştı.

Her ne kadar puanlama sisteminin tamamen aleyhimize işleyeceğini bilsek bile çok tabiidir ki iyi puanlar alabileceğimize dair bir umut da çimizde yok değildi.

Ama bu umutlar kısa sürede tükenmeye başladı ve puanlama sonuçlandığında hanemizde 2 puan yazıyordu.

Eurovision 78 İsrail
Türkün Dostu

Bu puanlardan birinin müzik sektörünün en önemli ülkelerinden biri olan İngiltere’den gelmesi tek tesellimiz idi. Bu 1 puan ile İngiltere bizi yarışmadaki 10 ülkeden daha iyi görüyordu.

Hiç keyfimizi bozmadan” after party” ye katıldık ve böyle bir tecrübeyi bir daha ne zaman yaşarız diyerek son anların da keyfini çıkardık.

Nilüfer ortalıkta yoktu.

Her halde her sene olduğu gibi yarışma öncesinde favoriler arasındayız diye yazan gazetelerin alınan bu kötü sonuç sonrasında “böyle olacağı belliydi” diye yazacağını ve kendisinin cadı kazanına atılacağını düşünüyordu.

Biz Dağhan ile önceden kararımızı vermiştik. Sonuç ne olursa olsun Paris’ten Londra’ya geçecektik. Kültürü ile, müziği ile, müzikalleri ile, yaşam biçimi ile ikimiz için de Londra o günlerde dünyadaki en cazip şehirdi.

Daha önce de daha henüz 20’li yaşlarımızın başında iken iki kez Londra’da buluşmuş ve harika vakit geçirmiştik.

Hatta daha henüz ilk şubesini Londra’da açan Hard Rock Cafe’nin sahibi ile görüşmüş ve İstanbul şubesini açmak istediğimizi söylemiştik.

O dönem Londra’nın en popüler restoranı ve bugünkü turistik halinden çok daha kaliteli bir mekan olmasına rağmen sahibi teklifimize balıklamasına atlamış ancak İstanbul’daki şubeyi açmak için gerekli sermayeyi ailelerimizden koparamamıştık.

Paris’te 1 gün daha kaldıktan ve Türkiye’ye dönecek babamlara,, kardeşim Ayşe’ye, amcamlara ve Zeynep’e veda ettikten sonra biz de Londra’ya doğru hareket ettik.

Yarışma öncesi otel odalarımızdan kıyafetlerimizi giymiş kulise inerken aynı asansörde bulunan ve görüntüsünden önemli biri olduğu hemen anlaşılan bir İngiliz bize “Good Luck Turks” diyerek başarı dilemişti.

Yarışma sonrası verilen After Party’de de yanımıza gelen ve isminin Derek Witt görevinin de o zamanların en güçlü plak şirketlerinden biri olan CBS’de üst düzey yöneticilik olduğunu öğrendiğimiz bu kişi Londra’ya geçeceğimizi öğrenince önümüzdeki hafta içinde CBS’in bir kulüp açılışı olduğunu ve bizi davet etmek istediğini söylemişti.

Londra’ya gittiğimizde kendisini aradık. Çok memnun oldu ve ertesi gün akşam saat 19:00 gibi bir kulüp açılışına gitmek üzere bizi aldıracağını söyledi.

Tam söylediği satte kapı çalındığında karşımızda o yıl İngiltere adına yarışan Coco adlı grubun Paris’te sürekli olarak altında bulunan Classic Rolls Royce limuzinin şöförünü gördük.

Biz limuzinin Coco gurubuna ait olduğunu sanmıştık.

Meğerse bu araba bir pazarlama stratejisi olarak yarışma boyunca kiralanmış ve sonraları çok yakın dostumuz olan Derek aynı arabayı bu sefer bizim için kiralamıştı.

Biz büyük bir hava ile Rolls Royce’da yerlerimizi aldıktan sonra önce evinden Derek Witt’I daha sonra da BBC’ye uğrayarak o günlerin en popüler DJ’lerinden olan Alan Freeman’i aldık.

Freeman arabaya biner binmez “eee birinciliği almak nasıl bir his” diye sordu.

O sene 1.liği kazanan İsrail’li Beta Grubunun şarkıcısı İzar Kohen’in saçları da aynı Dağhan’ınki gibi afro idi . Hem o benzerlik hem de Derek’in bize gösterdiği yakın ilgi ona bunlar olsa olsa 1.liği kazanan gruptur dedirtmişti.

Açılışı yapılan kulübe gittiğimizde de aynı ilgi devam etti.

Açılışın şeref konuğu idik.

En baş köşede yerimiz ayrılmıştı. İçerideki hanımlar bizimle dans etmek için sıraya giriyorlardı. Biri ile dans ederken filmlerde gördüğümüz gibi bir diğeri araya giriyor ve kendimizi bulunmaz hint kumaşı gibi hissediyorduk.

Bir süre sonrasında gecenin sunucusu bizi sahneye davet etti.

Yaptığım konuşmada o günlerde ülkemizde müziğe verilen değerin nerede ise sıfır olmasının kompleksi içinde “ben aslında toptan demir tüccarıyım “ gibi bugün utanarak hatırladığım bir cümle kurdum.

Allah’tan içerideki davetliler bunu tam bir soğuk İngiliz şakası sandıklarından kahkahalar ile güldüler de rezil olmadım.

Daha sonra Dağhan ile birlikte “playback” olarak şarkımızı söyledik ve sahneden indik.

Paris’te hepsi hepsi iki puan almıştık ama müziğin merkezi olan Londra’da çok önemli bir plak şirketinin gecesinde “star” muamelesi görmüştük.

Londra’da geçirdiğimiz günler arttıkça TRT tarafından bize verilen Hizmet Pasaportu’nun süresi de dolmaya başlamıştı.

Bu fırsatı biraz daha değerlendirmek ve dönüşümüzü de geze geze yapmak istediğimizden Türk Konsolosluğu’na gitmeye ve süre uzatma talebinde bulunmaya karar verdik.

Şansımız burada da yaver gitti ve Konsolosluk’ta karşımıza Ortaokulu okuduğum Talas Amerikan Ortaokulu’ndan abim olan Alphan Şölen çıktı.

Bizim okulda abilik nosyonu “abi her zaman haklıdır” nosyonu üzerine kurulmuştu. Ama abiler gerektiğinde küçüklere siper olur onları her türlü tehlikleye karşı korurlardı da.

Abi dediğimiz kişilerin en büyüğü 14 yaşında olmasına rağmen biz onları birer “süpermen” gibi görürdük.

Alphan abi burada da Talas abiliğinin verdiği mesuliyet içinde iki dakikada işimizi çözdü ve pasaportlarımızı istediğimiz kadar tecil etti.

Daha önce yazdığım gibi dönüşte hemen askere gidecektim ve bu nedenle bu son seyahatimi mümkün olduğu kadar uzatmak istiyordum ama Dağhan’ın aklı İstanbul’da ve bugünkü eşi ve çocuklarının annesi Christine’de kalmıştı.

Dönelim dönelim diye tutturmaya başladı. Biraz dirensem de “her güzel şey gibi bitmeyecek mi” düşüncesinden hareket ile sonunda kabul ettim ve dönmeye karar verdik.

İngiltere’den dönüşte Dover’den feribota binecek, Fransa’nın Calais limanında inerek İsviçre’nin Bern ve Neuchatel şehirlerinde yaşayan eski dostlarımız Atilla Şereftuğ ve Erdal Kızılçay’I ziyaret edecektik.

Sabah erkenden hareket edecek feribotu kaçırmamak için Dover’e akşamdan geldik ve limandaki otellerden birinde geceledik.

Dover’a geldiğimizde arabanın biraz hararet yaptığını hissetmiştim. Sabah kalkıp da her ihtimale karşı baktığımda radyatörün küçük bir delikten su eksilttiğini fark ettim.

Aslında delik çok küçüktü ama önümüzde 3.000 Km’den uzun yol vardı.

Seyahatlerde de başıma o güne kadar ne geldi ise arabamın susuz kalmasından gelmişti.

Bu yüzden radyatörü tamir ettirip ondan sonra yola devam etmeyi teklif ettim. Bu konuda da kesin kararlıydım ama Dağhan’daki Christine hasreti son haddine gelmişti. Ne yapıp edip beni yola devam etmeye ikna etti.

Oldukça uzun mesafeler katettikten sonra bir benzinciye giriyor, eksilen suyu tamamladıktan sonra yolumuza devam ediyorduk.

Bizi çok da rahatsız eden bir durum yoktu ,çünkü o mesafeleri katettikten sonra zaten biraz dinlenmeye ve bir şeyler yemeye ihtiyacımız oluyordu.

Dover’den Calais’e ye çok erken saatlerde geçtiğimizden daha akşam olmadan Atilla Şereftuğ’un Bern’deki evine ulaşmıştık bile.

Atilla bizi çok iyi bir şekilde karşıladı. Ertesi sabah Neuchatel’de oturan Erdal Kızılçay da bize katıldığında bir zamanlar nerede ise ayrılmaz olan bu dörtlü tekrar bir araya gelmenin keyfini tekrar yaşadık.

Ben bundan bir sene önce arabamı yeni aldığımda yine bir Avrupa seyahatine çıkmış , Erdal ve Atilla’ya uğramış ve onlara bu ülkede birer müzisyen olarak ne kadar saygı duyulduğunu bizzat görmüştüm.

Atilla İsviçre’de popüler müzik yapan orkestralar ile çalışırken Erdal kendini bu ortama sokmamış ve daha sofistike müzik yapan ve bu nedenle de ancak müzikten çok iyi anlayanların takdir ettiği tarzda müzikler yapıyordu.

Bu nedenle de Atilla daha çok para kazanırken bana göre Türkiye’den çıkan önemli müzisyenlerin en başında gelen Erdal ise bazı yan işler ile geçimini sağlıyordu.

Bu iki arkadaşımız ilerideki yıllarda çok büyük başarılara imza atacaklardı.

Atilla o zamanlarda adı sanı duyulmamış Celine Dion ile Eurovision 1.liğini kazanırken , Erdal da gelmiş geçmiş en büyük dünya starlarından David Bowie tarafından keşfedilecek ve Wembley Arena dahil bir çok önemli mekanda 100.000 lerin dahi izlediği konserlerde çalacaktı.

David Bowie Erdal’dan büyük hayranı olduğu Iggy Pop’un albümünün prodüktörlüğünü yapmasını isteyecek kadar ona güvenecek ve saygı duyacaktı.

Atilla’da iki gece kaldıktan sonra yine Dağhan’ın ısrarı ile İstanbul’a gitmek üzere yola çıktık.

Benim güzel yerlerden geçme merakım yüzünden dönüşümüzü yine İtalya üstünden Milano – Trieste – Zagrep – Belgrad – Sofya – İstanbul olmak üzere planlamıştım.

Oldukça hızlı bir biçimde yol alarak İsviçre – İtalya sınırına geldiğimizde biraz dinlenmek için yine bir benzincinin önünde durduk. Ben motor biraz soğusun diye hemen kaputu ve radyatörün kapağını açarak arabayı da çalışır halde bırakarak tuvalete fırladım.

Geldiğimde gördüğüm şey beni şok etti.

İşgüzar ve arabalardan pek anlamayan bir benzinci çalışanı radyatör kapağını açık görünce hizmet olsun diye arabaya su koymaya karar vermişti. Ama bunu yaparken motoru stop etmişti.

Bu kadar ısınmış bir Amerikan arabasının motoruna çalışmıyor halde iken soğuk su koymak yapılabilecek en büyük hata idi.

Hemen motoru çalıştırıp egzosdan gelen dumanı görüp, motordan gelen sesi de dinlediğimde Dağhan’ın bir an önce Christine’e gitmek planlarının artık bir hayal olduğunu anlamıştım.

Motorda kalıcı bir hasar olmasa bile en azından jontayı yakmıştık. Bir çekiciye ihtiyacımız olduğu kesindi.

Yardım için benzinciye müracaat ettiğimizde iki alternatifimiz olduğunu, ya İsviçre sınırları içinde kalan Lugano’dan ya da İtalya sınırları içinde kalan ve Lugano ile aynı gölün çevresinde bulunan Como’dan bir çekici ve tamirci çağırabileceğini söyledi.

Hızlı bir düşünmeden sonra Ferrari, Maseratti ve Fiat gibi dünyaca ünlü otomobillerin üreticisi olan İtalya’dan gelecek bir tamircinin soruna çok daha rahat çözüm bulabileceğine karar verdim ve Como’yu seçtim.

Aslında çok üzülmem gereken bir durum olsa da için için de seviniyordum Çünkü daha önce babamlar ile olan seyahatlerimizde gördüğüm Como dünyanın en güzel küçük kasabalarından biri idi. Ben de askerliğim öncesi araba tamir edilene kadar bu şirin kasabada keyfimi sürecektim.

Çok geçmeden oldukça büyük bir çekici gelerek arabayı üstüne yükledi . Küçücük İtalyan arabaları yanında dev gibi kalan benim 1.6 tonluk arabamı zaten ancak bu kadar büyük bir çekici çekebilirdi.

Biz de sürücünün yanına oturduk ve birlikte sınırı geçerek çok da uzakta olmayan Como’ya doğru hareket ettik.

Tamirci motoru sökerek bakacağını ve bunun da birkaç gün süreceğini söyleyerek bizi Como sahiline gönderdi. Biz de orada bulduğumuz deniz kenarındaki en güzel otele yerleştik.

Ama bir problemimiz vardı . O zamanlar bugün olduğu gibi kredi kartları yoktu.

Dönüşe geçtiğimiz için de yanımda ancak yol masraflarını karşılayacak kadar para kalmıştı.

Hemen babama ulaşarak yurt dışında para bulma konusunda bize daima yardımcı olan Cemal amcayı (Kuru) aramasını ve bize 2.000.- Swiss Frank göndermesini istedim.

Para gelene kadar yanmızda olan para bize Como’da fazla fazla yeterdi.

Bugün de hala en büyük keyiflerimden biri olduğu gibi tamarin sona ermesini beklerken deniz kenarında bir restorana oturuyor, “frutti de mare”mi söylüyor günümü gün ediyordum.

Başımıza gelecekten haberim yoktu elbette.

Bu arada o zamanlar yurt dışına çıkarken yepyeni olmasına ragmen el sürülmesin diye arabamın motoru gümrük kapısında mühürlendiğinden ve bu mühür tamir için söküleceğinden Milano’daki Türk Konsolosluğu’na gitmemiz ve bu durumu anlatan bir izin yazısı almamız lazımdı.

Tren ile gittiğimiz Milano’da Eurovision nedeni ile bizi oldukça iyi tanıyan konsolosluk çalışanlarının ilgisi ile bu konuyu da hızla çözdük.

Ama tamirciye döndüğümüzde bizi ilk kötü haber bekliyordu. Motor alt ve üst contaları yanmıştı. Çok büyük sürpriz olmasa da açılması daha kolay olan üst conta ile paçayı kurtarırız diye ümit ediyordum.

İtalya’da bulunmayan contayı daha zengin bir şehir olması nedeni ile belki Amerikan arabaları vardır diye düşünerek Lugano’da aramaya karar verdik. Ama sorduğumuz tüm yedek parçacılar ve tamirciler bize bıyık altından gülümseyerek baktılar.

Başka çaremiz yoktu contayı taaa Türkiye’den getirtecektik.

Bugün yazarken o günlerde çok kolay gibi gelen bu çözümleri nasıl başarmışız diye düşünüyor ve tüm sorunlarımızı çözen rahmetli babamı bir kez daha şükranla anıyorum.

Çünkü biz Como’da oturmuş keyif yaparken o bir yandan bize nasıl para ulaştıracağının bir yandan da contayı nasıl göndereceğinin hesaplarını yapıyordu.

Böylelikle birkaç gün daha geçti ve önce paramız daha sonra da “conta” Como’ya ulaştı.

Contayı teslim ettiğimiz tamircimiz bize iki gün sonra öğleden önce arabayı teslim edecğini söyledi.

Ve biz de artık keyif olmaktan çıkmaya başlayan Como tatilimizi iki gün sonra otele hesabımızı ödeyerek sonlandırdık ve arabamızı almak için sabahın erken saatlerinde tamircinin yanında bittik.

Araba çalışır bir vaziyette bekliyordu ama tamirciden duyduklarım beni şok etti.

Tamirci contanın yeterli olmadığını, egzos manifoldunun delindiğini, buna bir çözüm bulmalarının mümkün olmadığını, bu neenle 90 Km’yi geçmeyecek şekilde ve her 25 Km’de bir motorun suyunu tamamlayarak yol almamız gerektiğini söyledikten sonra “İstanbul’a varınca da arabayı atarsınız” mealine gelecek bir şeyler söyledi.

Gözümden ateşler fışkırarak “sen ne diyorsun bu arabanın Türkiye’deki fiyatı senin o TIR büyüklüğündeki çekicinin dört misli. Bizi bunun için mi bunca zaman beklettin “filan gibi bir şeyler söylesem de farkındaydım ki yapacak bir şeyimiz yoktu.

Önümüzde 2000 Km’den fazla yol vardı ve bizim bu zorlu şartlarda bir an önce yola çıkarak İstanbul’a ulaşmamız gerekiyordu.

Bismillah diye yola koyulduk ve eğer aynı dayanışma içinde davransak belki de Dakar Ralklisi’ni kazanabileceğimiz bir tempo ile yol almaya başladık.

Arabaya ilk benzinciden 4-5 bidon aldık.

Gerçekten de her 25 Km’de bir duruyor , ben son sürat arabadan inip kaputu ve radyatör kapağını açarken Dağhan da aynı hızla bağajdan bir bidon alıyor ve suyu dolduruyordu.

Her 75 ile 100 Km arasında karşımıza çıkan ilk benzinciden bidonlara su dolduruyor ve aynı tempo ile üstümüze düşen bu mecburi görevi yapıyorduk.

Kararlıydım .Hiç durmadan İstanbul’a ulaşacaktım.

Aslında daha önceden pek akıl karı olmasa da Milano’dan hiç durmadan direkt İstanbul’a gitmişliğim vardı ama o zamanlar ne saatte en çok 90 Km ile gitme ne de her 25 Km’de bir durup radyatördeki suyu tamamlama gibi bir zorunluluğum vardı.

Duruşları ve bidonlara su doldurmayı da hesapladığımızda saatte ortalama 80 Km gibi bir yol alabiliyorduk. Bu da hiç durmadan dinlenmeden 30 saaatlik bir yol manasına geliyordu.

Buna Yugoslavya ve Bulgaristan gibi o zamanların komünist rejim ile yönetilen ülkelerin son derecede katı tedbirler uygulanan sınırlarında geçirilecek zaman dahil değildi.

Ama biz artık otomatiğe bağlamıştık.

Su doldurduğumuz benzincilerden karnımızı doyuracak ufak tefek şeyler de alıyor arabanın içinde bir yandan bunları yiyorduk.

Yugoslavya’da da epey yol aldıktan sonra kaçınılmaz olan yorgunluk biraz çöktü. Yolda bulduğumuz bir motele girip biraz uyumaya karar verdik.

En fazla 3-4 saat uyuduktan sonra Dağhan ile aynı anda gözümüzü açtık, birbirimize baktık ve tekrar yola koyulduk.

Benim motivasyonum saatlerce 90 KM’yi aşmadan araba kullanmanın ızdırabından bir an önce kurtulmak, Dağhan’ın motivasyonu da Christine’e bir an önce ulaşmak idi.

Yugoslavya, Bulgaristan derken ertesi gün öğle saatlerinde Kapıkule’ye ulaşmıştık.

Gerçekten de inanılmaz bir şey başarmış, en az 80 kez motora su koyarak bu mesafeyi katetmiştik.

Bunu ancak savaşlarda görülen bir adrenalin yüklemesi sonucunda başardığımızı sanıyorum.

Lüleburgaz’da bir lokantada durup güzel bir yemek yiterek ülkemize sağ salim gelmemizi kutladık.

Yolun geri kalanı ülkemize kavuşmanın verdiği keyifle şarkılar söyleyerek geçirdik. Her 25 Km’de bir durup radyatöre su eklemeyi ihmal etmeden tabi.

Dağhan’ı Etiler’deki evine bırakıp Suadiye’deki kendi evime giderken yolda Bağdat Caddesi gençlerinin satin aldıkları 0 Km arabaları bile “modifiye” etmek için götürdükleri tamircim Horoz Cemal’e uğradım.

Cemal arabaya şöyle bir baktıktan sonra “arabayı bırak çocuklar seni götürsün, iki gün sonra gel al” dedi.

Bozulan parçaları ancak yenileri ile değiştirmekten başka bir işe yaramayan Avrupa’lı tamircilerin aklına bile gelmeyecek bir biçimde egzos manifoldundaki deliğe onun tabiri ile bir “dikiş “attıran Cemal’den iki gün sonra aldığım arabayı 1998’e kadar en ufak bir problem yaşamadan kullanmaya devam ettim.

Arabamı kurtarmanın mümkün olacağını öğrenmenin verdiği rahatlıkla keyifle evime ulaştım ve 1978’deki bu ilk Eurovision maceramı da böylelikle noktalamış oldum.

Yıl Yıl Eurovision: 1978 | 1981 | 1982 | 1985 | 1986 | 1987 | 2016

İş, Sanat ve daha fazlası için, benimle iletişime geçin.

Olcayto Ahmet Tuğsuz

Olcayto Ahmet Tuğsuz