1982 Eurovision

1981 Eurovision Şarkı Yarışması’nda yaşananlar sonrasında 1982 yılında 1. olmayı kafama koymuştum…

EUROVISION 1982 EUROVISI

1982 Eurovision

1981 Eurovision Şarkı Yarışması’nda yaşananlar sonrasında 1982 yılında 1. olmayı kafama koymuştum. Bunun için elimden geleni yapacak ve kimsenin hayır diyemeyecği bir beste yapacaktım.

1981 yılında şarkı sözlerini yazarken yabancıların kulağına tanıdık gelsin diye dilimize yerleşmiş yabancı kelimeleri kullanmaya özen göstermiş ve bu durumu da röportajlarımda sık sık belirtmiştim.

Bu nedenle bu yıl yarışacak şarkıların sözleinde aynı yaklaşıma yer verileceğinden emindim.

Eurovision'dan Yine Mucize Bekliyoruz
Eurovision’dan yine mucize bekliyoruz…
Değişik bir şey yapmalıydım ve onu da hemen buldum. Şarkının ismi HANİ olacak ve içinde sık sık hani kelimesi geçecekti. Bu Türkçe bir kelimeydi ama telafuzu İngilizce şarkılarda çok sık kullanılan “honey” / “tatlım” kelimesi ile bire bir aynı idi.

Dün gibi hatırlıyorum arabamla işe giderken şuan Metro City olan Renault binasının önünden geçerken birden besteyi yaptım. Erkek(ler) bir şey söyleyecekler kızlar ise “nerde hani” diye cevap vereceklerdi.

Ofise girer girmez aklımdaki melodiyi gitarımla çaldım, kullanacağım “riff” I de buldum ve bu yıl katılacağım şarkının bu olduğundan yüzde yüz emin oldum.

Kafamda şarkıcıların kimler olacağına da karar vermiştim. Erkek bölümlerini o günlerde çok da meşhur olmayan Mazhar-Fuat-Özkan, kız bölümlerini ise Jeyan-Nükhet-Sumru söylemeliydiler.

Mazhar dışında kalan bu beş kişi de Yeni Bir Gün Başlıyor adlı albümümde vokalist olarak yer almışlardı.

Mazhar Fuat ve Özkan 1981 yılında elemelere bir şarkı göndermiş, finale kalamamış ve Nükhet Duru’ya da vokal yapmışlardı.

Ama biraz da Mazhar ‘ın istememesi nedeniyle, ki ben bu konuda kendisine hak veriyorum 8 MAZHAR 11 Şubat ben ise 12 Şubat doğumluyum) bu teklifim MFÖ tarafından reddedildi.

Bu arada da sözleri tamamlamaya çalışıyordum. Bir noktaya geldikten sonra tükendim ve boş yerleri işaretleyerek tamamlaması için şarkıyı babama verdim.

Yeni Bir Gün Başlıyor adlı albümümde konuya ve şarkı isimlerine karar verdikten sonra KÖŞEBAŞI, AŞK TRAFİĞİ, ŞU BİZİM PATRON ve AKŞAM adlı şarkıların da sözlerini yazması için babama devretmiştim.

Babam hızla sözleri bitirdikten sonra kararımı verdim. Şarkıyı elemelere kendi sesimle gönderecektim.Vokalleri de yine Jeyan – Nükhet – Sumru yapacaktı.

Aranjör olarak yine Garo Mafyan’I seçtim ve kayıtları da İstanbul Gelişim Stüdyosu’nda yaptık.

Gitarı nerede ise tüm yıllarda en büyük rakiplerimden biri olan Selçuk Başar çalıyordu. Daha ben çocukken Türkiye Milli Orkestra’sına gitarist olarak seçilen Selçuk bestecilik ile hiç bir alakamın olmadığı günlerde en yakın arkadaşlarımdan biri olmuştu. İş çıkışında onların işyerime çok yakın olan Esentepe Gazeteciler Sitesi’ndeki evlerine, her gece onları Gala Klüp’te dinlemeye gidiyordum. Sigara dumanından çok rahatsız olan Selçuk ile her sabah Bebek sahiline temiz hava almaya ve onun tabiri ile “bilbil” leri dinlemeye” gidiyorduk. Birden onun rakibi olmuştum.

Ritminin yakalanması oldukça zor olan gitar “riff”Inin kaydı yapılırken ben bir noktada tatmin olduğumu söylememe ragmen Selçuk son vermeyi kabul etmedi ve benden kayıt alanına girerek vücudumla ritmi ona vermemi istedi. Ben değil o tatmin olanaa kadaar kayıt devam etti (Bunu Selçuk Başar’ın kişiliği bilinsin diye yazdım)

Eurovision için Kolları Sıvadı
Eurovision için kolları sıvadı…
Vokal kayıtlarını da yaptıktan sonra her zaman olduğu gibi son gün şarkıyı TRT’ye teslim ettim.

Aralık ayının başında TRT sonuçları açıkladı. Elemelere gönderilen 74 eser arasından 6’sı finale kalmaya layık görülmüştü. Bu şarkılardan ikisi Selçuk Başar’a , diğer dördü de benimle birlikte Selmi Andak, Çetin Kaya, Aydın Esen ‘e ait bestelerdi.

Neco
Elemelere kendi sesimle göndermiş olmama rağmen TRT açıklamasında bu eserlerden dördünün NECO tarafından seslendirileceğini, hatta seslendirildiğini belirtiyordu. Diğer iki şarkıcı da Şenay – MFÖ ve Cantekin idi.

Açıkçası benim için bir mahsuru yoktu çünkü Neco her zaman birlikte yarışmak istediğim bir ses idi.

Şimdi önemli olan şarkının Neco’nun yorumu ile birlikte final gecesine en iyi şekilde hazırlamaktı.

Tam o günlerde Yeni Bir Gün Başlıyor adlı albümünün Venüs Sineması’nda sahneye koulacak bir Teatral Konseri vardı.
Yeni Bir Gün Başlıyor 15 Aralık 1981 günü ilanlarda da yer aldığı şekilde bir “Teatral – Pop Konseri “ olarak Venüs Tiyatrosu’nda sahneye konuldu.

Long Play’de de yer alan Füsün Önal , İbo , Jeyan, Nüket, Sumru ve benim dışımda Neco da konuk şarkıcı olarak konserde yer aldı.

Son derecede başarılı geçen konser sonrası basında çıkan haberler hayatımın sonuna kadar gururla hatırlayacağım övgüler ile dolu idi.

Bu başarım bana büyük moral vermişti.

Konserin hemen sonrasında Eurovision finalinin hazırlıklarına başladım.

İlk olarak Neco ile İstanbul Gelişim Stüdyosu’nda buluşarak ton konusunu çözdük.

Şimdi de vokalistlere karar vermek zorundaydım.

Ülkesini çok seven biri olarak yurt dışında yapılan bu yarışmalarda vokalistlerin sesleri yanında bizi en iyi şekilde temsil etmeleri için kişilikleri, insan kaliteleri, lisan bilgileri gibi konulara da en az ses kadar önem vermişimdir.

Yaptığım araştırmalar sonrasında hem sesleri güzel olan hem de aradığım özelliklere sahip üç genç kız buldum.

Bu üç genç kız onları her hatırladığımda yüzümde mutlu bir tebessüm oluşmasına neden olan Şermin Karaali, Aysel Poyraz ve Didem Hekimoğlu idiler.

Şarkının bir noktasında Neco ile armoni yapacak bir erkek sesi de gerektiğinden deneyimli biri olarak vokalistler arasına ben de katılmaya karar verdim.

Kıyafetler için müracaat edeceğim isim yine Modello ve sahibi sevgili Sacit Turan’dan başkası olamazdı.

Koreograf ise elbette ki Türkiye’nin bu alandaki en önemli isimlerinden biri olan eşim Bilge Tuğsuz olacaktı. Dans merakım ve Hair tecrübem nedeni ile benim de bazı küçük katkılarım olabilirdi.

Dört şarkı arasında kalan Neco ile bize ayırabildiği zamanlarda buluşup bu konuları hallediyor, bu arada Hair ile başlayıp oldukça uzun bir süre ara verdiğimiz dostluğumuzu da pekiştiriyorduk.

Rakiplerim bu sefer oldukça zorlu idi.

Selmi Andak, Selçuk Başar ve daha sonraları dünyaca ünlü bir müzisyen olacak Aydın Esen gibi besteciler yanında Türkiye’de gelmiş geçmiş en iyi iki söz yazarı olan Fikret Şenes ve Aysel Gürel de rakiplerimdiler.

Şarkılar da oldukça kuvvetli idi ama ben şarkımdan ve Neco ile vokalistlerin gösterdiği performanstan son derece memnun idim.

Şarkıların dördünü de Neco’nun seslendiriyor olması bu sene şarkıcı avantaj ve dezavantajlarını ortadan kaldırıyor, yukarıda da yazdığım gibi yarışmayı tamamı ile besteler arası bir rekabete götürüyordu ve bunun benim lehime olacağını düşünüyordum.
Eurovision’da Büyük Finale 5 Gün Kaldı
Besteyi yaparken şarkıyı monotonluktan kurtarmak için araya koyduğum ve müzisyenler arasında “köprü” olarak adlandırılan bölüm Neco’nun çok yüksek notalara çıkabilmekteki maharetini ve sesinin kalitesini son derecede etkili bir biçimde ortaya koyuyordu.
Eurovision’da Neco Yılı
Geçtiğimiz yarışmaların aksine yarışma bu sene canlı yapılmayacak, tüm şarkılar stüdyoda daha önce playback olarak kayıt edildikten sonra jüri final yayının yapılacağı günün öğleden sonrasında bir araya gelerek seçimini yapacaktı.

Yapılmış bulunan çekimler aynı akşam TRT’de banttan yayınlanacak ve kazanan şarkı da canlı yayında açıklanacaktı.

Bize söylenen gün ve saatte İstanbul Ulus’taki TRT Stüdyosuna gidip çekimimizi yaptık.

Çıkan sonuçtan son derecede memnundum.

Üstümüze düşeni yapmış sıra jürinin toplanmasına ve kararını vermesine kalmıştı.

Jürinin toplandığı günü dün gibi hatırlıyorum

İstinye’deki evimizde balkonda oturuyordum.

Telefon çaldı. Açtığımda karşımda o günlerde TRT ‘de görev yapan İzzet Öz vardı.

“Müjdemi istiyorum. Jüri kararını verdi sen kazandın” dedi.

En ufak bir tepki bile vermeden “ hayırlısı “dedim.

Buna çok şaşıran İzzet “yahu ne biçim adamsın kazandın diyorum en ufak bir sevinç belirtisi göstermiyorsun ” dedi.

Cevap olarak “İzzet’çiğim bak burası Türkiye. Birkaç saat içinde her şey olabilir. Herkes ile mesafeli olan biriyim. Biri çıkar “bu gıcık adama vermeyin” der ya da başka bir şey olur karar anında değişebilir. .Bu akşam canlı yayına çıkarız , ismim açıklanır , TRT Genel Müdürü Macit Akman bana ödülümü verir, ben ancak o zaman sevinirim” dedim.

Gerçekten de böyle düşünüyordum.

Katıldığım tüm yarışmalar sonrasında bir çok tartışmalı konu dahi olsa medyaya yansıyan en ufak bir beyanatımın olmamasının sebebi de budur. Bir yarışmaya katılıyorsan her türlü olasılığa hazır olacaksın. Sonradan konuşmak seni birinci yapmaz, sadece küçültür.

Ama korktuğum olmadı ve o gece tüm Türkiye’ye yapılan canlı yayında Macit Akman’ın elinden ödülümü aldım ve işte o an elbette sevinçten havalara uçtum.

Daha önce şarkıcı olarak bir 1.liğim vardı ama bu benim besteci ve söz yazarı olarak ilk 1.liğim idi.

Bu başarı bir yandan da bir Tuğsuz’lar başarısı idi.

Benimle birlikte söz yazarı olarak şarkıya önemli bir katkıda bulunan babam Faik Tuğsuz ve koreograf olarak eşim Bilge Tuğsuz da ödül alanlar arasında idiler.

1937 yılında Türkiye’de mevcut tüm okulların öğrencileri arasında yapılan Atatürk şiirleri yarışmasında daha henüz 16 yaşında olmasına rağmen Şeref Ödülü alan 35 Kişi arasına giren babam bu kez de Fikret Şenes ve Aysel Gürel gibi iki usta ismin önünde yer almıştı.

Evet birinci olmuştuk ama asıl mücadele şimdi başlıyordu.

O günlerin şartları ve puanlama sisteminin getirdiği dezavantaj yüzünden ülkemizin Avrupa’da iyi bir puan alması son derecede zordu.

Yarışmaya giderken övgüler yağdıran ve iyi bir derece alacağımızdan son derecede emin bir biçimde kamuoyuna ümit veren yazılar yayınlayan basın, kötü bir derece alındığında ise şarkıcıyı da besteciyi de yerin dibine batırıyordu.

Bu da şarkıcılar üstünde büyük bir baskı yaratıyordu.

Bunun yanında tüm şarkıcılarda bu fırsattan istifade kendini gösterebilmek ve Avrupa’da kendine bir yer edinebilmek gibi bir arzu vardı ki bu da beraberinde bazı zorluklar getiriyordu.

İşte bu yüzden yarışma öncesi çok iyi anlaştığımız Neco ve onun tüm başarılarında arkasındaki en büyük destek olan eşi Oya’da bazı değişiklikler yüz göstermeye başlamıştı.

Neco’nun daha ön planda olmasını istiyorlardı.

Benden böyle bir talepte bulunmamalarına ragmen bunu hissetiğim için yarışmada şarkının bir bölümünde Neco’nun yanına gelerek yaptığım ikinci sesi bu kez öne gelmeden arkada ve vokalistlerin arasında yapacağımı söyledim.

Kafamı kurcalayan bir kaç konu daha vardı.

1978’deki tecrübemde görmüştüm ki yarışma boyunca bir çok davet veriliyordu ve bu davetlere her ülkenin yarışmacıları değişik ve şık kıyafetler ile gidiyorlardı.

Neco’ya Hediyeler Yağıyor!…
1978’de İngiliz Coco grubunun her davete nasıl onlara ait zannettiğimiz Rolls Royce bir limuzinle gittiklerini yukarıda yazmıştım.

Bizim de ekip olarak farklı davetlerde giyeceğimiz şık giysiler edinmemiz gerekiyordu.

Bu konuya hızla bir çözüm buldum.

O günlerin en popüler hatta tek moda dergisi olan Vizon’un başında Atölye Reklam Şirketi’nden arkadaşım olan Berktan Alphan’ın eşi Deniz Alphan vardı. Onunla görüşerek bizim için özel bir moda çekimi yapmasını istedim.

O günlerde çok popüler olduğumuzdan ve hepimizin fiziği de böyle bir çekim için uygun olduğundan Deniz bu teklifimi memnuniyetle onayladı.

Bunun üzerine yine o günün en önemli markalarından olan Beymen, Vepa gibi firmalara giderek bize verecekleri giysiler ile Vizon dergisi için moda çekimleri yapacağımızı, Tanıtım Filmi çekimlerinde de bu giysileri giyeceğimizi, bunun karşılığında bu giysilerin bize hediye edilmesini istediğimizi söyledik.

Onlar da hiç düşünmeden bu teklifimi kabul ettiler.

Tanıtım filmi çekimleri Allah’tan bu sene İstanbul’da yapıldı. Önemli bir bölümü de benim İstinyesırtlarındaki evimde çekildi. Ne yazık ki ne TRT’cilerin ne de benim aynı and hem İstinye koyunu hem de Emirgan Korusu’nu gören harika manzarayı da çekmek gelmedi.

1982 Eurovision Şarkı Yarışması için Tanıtıcı Fiilm Çekiliyor
İkinci büyük sorunumuz da TRT’nin verdiği harcırah ile ekibimizin Türkiye’ye kıyasla çok pahalı olan İngiltere’de bize yakışır restoranlarda karnını doyurmasının oldukça zor olması idi.

Tüm ekipler şık yerlerde yemek yerlerken biz ayak üstü yemekler yememeli idik.

Haldun (Dormen )abinin yardımı ile Kastelli’den , yani Cevher Özden’de bir randevu aldık.

Randevu saatinde ofisine gittiğimizde bizi bir süre beklettikten sonra odasına aldılar.

İçeri girdiğimizde Cevher Özden boynunda berber gömleği başında da bir berber sakal traşı oluyordu.

Amacı neydi bilemiyorum ama bunun üstünde pek durmadan konuya girdik ve ülkemizi en iyi biçimde temsil etmek ve düzgün yerlerde yemek yemek için paraya ihtiyacımız olduğunu, bize bu konuda sponsor olmasını istemek için kendisini ziyaret ettiğimizi anlattık.

Çok da uzun sürmeyen karşılıklı bir konuşmadan sonra belirli bir rakam üzerinde anlaştık.

Bu parayı Neco alacak ve TRT yetkilileri de dahil tüm ekibin Harrogate ‘deki masraflarını üstlenecekti.

(bu konu ile ilgili daha ayrıntılı bilgilere YOUTUBE KANALIMDA ULAŞABİLİRSİNİZ)

Daha önce de yazdığım gibi o günlerde kanunlar her Türk vatandaşına yurt dışına çıkış için ancak iki yılda 1 kez izin veriyordu.

1978’de de olduğu gibi TRT tarafından bize sağlanan gri hizmet pasaportu ile bu kuralı yine delebileceğimizden bunu iyi değerlendirelim dedik ve BBC tarafından beklendiğimiz tarihten bir hafta önce Neco eşi Oya, ben ve eşim Bilge Londra’ya hareket ettik.

Bu arada TRT yetkilileri söz yazarı olarak benimle birlikte babamın adının da geçmesini sanki bedava bir yurt dışı seyahati için yapılmış bir davranış gibi algılayıp bunu üstü kapalı bir biçimde bana ima etmiştiler.

Ben de hayatım boyu başıma çok işler açmış gururum yüzünden “babamın işleri yoğun, siz isteseniz de gelemez zaten ” demiştim.

Şimdiki aklım olsa bastıra bastıra bu hakkımı kullanır ve o istemese bile babamı en tabii hakkı olan o yarışmaya götürürdüm.

Babam hem daha ortaokul sıralarında Atatürk için ülke sathında yapılan şiir yarışmasında dereceye girmiş, şiiri Şeref Kitabı’nda yayınlanmış, hem Yeni Bir Gün Başlıyor adlı uzunçalarımdaki dört şarkının sözlerini yazmış hem de daha Eylül ayında katıldığım İzmir Kültür Park Şarkı Yarışması’ndaki İzmirliyiz adlı şarkımın da söz yazarı olarak ödül kazanmıştı.

Ben dürüst olmak adına onun da adını yazmıştım. Yoksa adını hiç yazmasam babam niye yazmadın diye sormazdı bile.

Ya da amaç bedava bir yurt dışı seyahati olsaydı ben zaten besteci olarak gideceğimden söz yazarı olarak da yalnızca babamı gösterirdim.

Demir Ticareti yapan babamın bedava bir yurt dışı seyahatine gerçekten de hiç ihtiyacı yoktu.

1978 Eurovision’una kendi imkanları ile gelerek ve Paris’in en iyi otellerinden birinde kalarak bunu da ispat etmişti.

TRT’nin yaptığı son derecede çiğ bir davranış idi.

Bununla ilgili idaha onra onları utandıracak lginç bir deneyim de yaşadık.

1978 Eurovison’u sonrasında İngiltere’ye yerleşen Dağhan Baydur’a belki bir destek bulabiliriz ümidi ile şarkımı göndermiş ve plak şirketleri ile görüşmesini istemiştim.

Beatles’ın yayın haklarını da elinde bulunduran ATV adlı şirket şarkıyı beğenmiş ve İngilizce sözler yazdırmıştı.

Allah’ın büyük hikmeti olsa gerek gelen İngilizce sözlerin altında da iki isim vardı. John Wade ve Maureen Derbyshire. Yani bir şarkının sözü iki kişi tarafından yazılabiliyordu.

Bu fırsattan istifade o günden beri içimde kalan bu konuya da değinmeden yapamadım.
(Namık Kasapbaşoğlu bu yazdıklarımı sen dikkat ile oku çünkü bu senin düşüncen miydi bilmiyorum ama bana bu imada bulunan sendin.)

Bu konuları arkamızda bırakarak Londra’ya hareket ettik.

Rezervasyonumuzu Londra Penta Hotel’de yaptırmıştık.

Odalarımıza girdiğimizde bizi çok şık bir meyve sepeti karşıladı. Birazdan da telefonumuz çaldı ve otelin Halkla İlişkiler Müdürü otelin Genel Müdür’ünün bizimle lobide buluşmak istediğini söyledi.

Bu daveti kabul ederek aşağıya indiğimizde Genel Müdür’ün bir Türk olduğunu görünce çok şaşırdık.

Ama bize bu özel davranışı yapmalarının Türk olmamız ile hiçbir alakası yoktu.

Sonradan otelcilik alanında bir çok ödül de kazanan Vedat ……. küçük bir ihtimal dahi olsa Eurovision’a katılacak yarışmacılardan otellerinde kalanlar olabilir diye tüm üllkelerin besteci söz yazarı ve şarkıcı isimlerini otelin bilgisayar sistemine kayıt ettirmişti.

Biz rezervasyon yaptırdığımızda da sistem bu eşleşmeyi Halkla İlişkiler Departmanı’na iletmişti.

Çok da ilginç bir hayat hikayesi vardı.

Bu yıl Eurovision Şarkı Yarışması’nda ülkemizi temsil edecek olan Neco, eşi Oya, besteci Olcayto Ahmet Tuğsuz, eşi koreograf Bilge Tuğsuz ile birlikte yarışmadan 10 gün önce İngiltere’ye gitti.
Kendisi Ankara’lı ve daha çocuk yaşta iken gösteriler yapmak üzere Balgat’taki Amerikan üssüne gelen bir show ekibini Almanya’ya geri götüren uçakta gizlice saklanıyor.

Almanya’ya indiklerinde karşılarında bu küçük çocuğu gören ve anne babasının olmadığını öğrenen ekibin patronu onu evlet ediniyor.

Sürekli hareket halinde ülke ülke şehir şehir gezip gösteriler yapıyorlar.

Onun görevi de her gece gösteri esnasında çalınan şarkıların bir listesini tutmak ve ertesi gün postahaneye giderek bu liste ile birlikte şarkıların telif ücretlerini meslek birliğine göndermek.

Daha sonra Dağhan’ın kurucu başkanı olduğu telif derneği MSG’nin kurucu üyelerinden biri olan ben bestecilerin bir telif gelirleri olduğunu hayatımda ilk kez orada duyuyordum.

Oldukça uzun süren bir sohbetten sonra bizimle röportaj yaptılar, fotoğraflarımızı çektiler ve otelin dergisinin bir sonraki nüshasında da bunları yayınladılar.

Bize dünya starı muamelesi yapmaları o gün bizi çok şaşırtmıştı ama yıllar geçtikçe halkla ilişkilerin böyle bir şey olduğunu öğrenecektim.

Londra’ya geldiğimizi duyan Türk medyasının İngiltere temsilcileri Bora Paran, Faruk Zapçı gibi isimler bizi hiç yalnız bırakmadılar. Bir çok haberimizi yaptılar.

Daha sonraları Show TV , CNN Türk gibi bir çok TV Kanalı’nın Genel Müdürlüğü’nü ve Televizyon Yayıncıları Derneği Başkanlığı’nı yapan Nuri Çolakoğlu da bizimle çalıştığı BBC Türkçe yayınlarında bir röportaj yaptı.

Tabi bu arada bol bol gezmeyi, müzikallere gitmeyi, alış veriş yapmayı da ihmal etmiyorduk.

Sayılı günler çabuk geçti ve Türkiye’den gelen ekibimizin geri kalanı ile Heatrow Havaalanında buluşarak uçak ile Manchester’a, oradan da otobüs ile yarışmanın yapılacağı Harrogate kentine geçtik.

Harrogate Yorkshire’a bağlı çok sempatik, küçük ve eski bir kentti.

Bizi Yunanistan ve İsrail ile birlikte kentin en güzel oteli olan tarihi Majestic Hotel’e yerleştirmişlerdi.

Bunun sebebini daha sonra fark ettik.

Otelden yarışmanın yapılacağı International Centre’a giderken yol üzerindeki bazı evlerin, cafelerin camlarında her gün aynı biçimde oturan ve hiç değişmeyen yüzler görüyorduk.

Çok açıktı ki bunlar bizi korumakla görevlendirilmiş emniyet mensupları idi.

Bu arada 1978 Paris’ten sonra İngiltere’de de mihmandar konusunda ilginç bir tecrübe yaşadık.

Hatırlayacaksınız Paris’te tüm ülkelere önde gelen iş adamlarının son derecede kültürlü şık eşleri mihmandarlık yaparken bize Paris’i bile tanımayan bir taşralı genç kız verilmişti.

İngiltere’de ise tüm ülkelere mihmandar olarak profesyonel rehberler verilmişti. Yani hepimiz eşit şartlarda idik.

Ancak mihmandarımız Jane provalar başladıktan iki gün sonra bize “ size bir şey açıklamak istiyorum” dedi ve anlattı.

Aynı Paris’te olduğu gibi organizasyon komitesi tüm profesyonel rehberleri bir araya toplamışlar ve tek tek ülkelerin adını sayarak kimin o ülkeye mihmandarlık yapmak istediğini sormuşlar.

Bütün ülkeler için aynı Paris’te olduğu gibi “ ben, ben “diyerek rekabete giren rehberler sıra Türkiye’ye geldiğinde çıt bile çıkarmadan oturmuşlar.

Görevli aynı soruyu birkaç kez tekrarladıktan sonra kimsenin istekli olmadığını gören Jane istemeye istemeye “ tamam bari ben alayım” demiş ve bizim mihmandarımız olmuş.

Jane sözlerine şöyle devam etti. “ Ama şimdi sizi gördükten sonra tüm arkadaşlarım gelip bana ülke değiştirmeyi teklif ediyorlar. Sizinle gurur duyuyorum. Buradaki en düzgün, en neşeli, en kültürlü ekip sizsiniz.”

Bu gerçekten de doğru idi.

Bu vesile ile bunun sadece bizim için değil Türkiye’yi temsil eden tüm besteci ve sanatçılar için de geçerli olduğunu vurgulamak isterim. Bkz

TRT ekibinde bu sefer İzzet Öz, Ümit Tunçağ, Namık Kasapbaşoğlu , gibi isimler vardı.

Jane ile ilk tanışmamızda o “Hello , I am Jane” diye kendini tanıtınca Ümit Tunçağ da Tarzan filmlerinden aklında kalan replik ile “and me Tarzan” diye cevaplamış ve bu neşemiz hep süre gitmişti.

Akşamları toplanılan Euro Club’da önce olağanüstü bir piyanist olan Garo Mafyan piyanonun başına geçiyor , popüler şarkılar çalıyor, Neco olağanüstü sesi ile bazı şarkılar söylüyor daha sonra da Aysel Poyraz Garo’nun yanına oturuyor ve birlikte küçük bir klasik müzik konseri veriyorlardı.

Son derecede esprili bir kişiliğe sahip olan Neco ve Ümit Tunçağ’a İzzet Öz ile birlikte ben de katılıyor ve ekibimiz tüm ilgiyi üstünde topluyordu.

Şöyle ilginç birkaç anımız da oldu.

Yarışmayı kazandığımız yıl şarkının ortak söz yazarı olan babam ve ben İstanbul Lions Klüp şarkımızın koreografı olan eşim Bilge Tuğsuz da İstanbul Lioness Klübü’nün üyeleri idik. Neco’yu da yarışmayı kazandıktan sonra İstanbul Lions Klüp üyesi yapmıştık.

O zamanlar Lions Genel Yönetmeni olan Maral Öztekin de benim ricam üzerine dünyadaki tüm Lions Klüplere bu sene Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi Lion ve Lioness’ler temsil ediyor şeklinde bir yazı yazdı.

Harrogate’te otelimize girer girmez bizi karşılayan bir kişi bize Harrogate Lions Kulübü adına hoş geldin dedikten sonra hafta sonunda bizim adımıza bir davet organize ettiklerini ve gelip bizi alacakları bilgisini verdi.

Gerçekten de iki gün sonra son derecede lüks arabalar ile kalabalık bir insan grubu otelimize bizi almaya geldiler ve son derecede şık hazırlanmış bir malikane davetine götürdüler.

Diğer ülkelerin yarışmacılarının bize gösterilen bu özel ilgi karşısındaki şaşkın bakışları hala gözümde.

Yine pek de iyi başlamayan ama sonu son derecede mutlu ve duygusal biten bir diğer anımız da ilk provamız sırasında başımıza geldi.

O günlerde son derecede başarılı bir Alan Parker filmi olan Midnight Express yurt dışında zaten hiç bir zaman iyi olmayan Türkiye imajını iyice dibe vurdurmuştu.

Bu film gösterime girdikten sonra dünyanın tüm ülkelerinde nerede ise herkes Türkiye’den nefret etmeye başlamıştı.

Uyuşturucu nedeni ile Türkiye’de hapse düşen bir Amerikalı’nın aslında yalanlar ile dolu hikayesini anlatan filmde çok etkili bir falakaya yatırma sahnesi vardı.

Biz de ilk provamıza gittiğimizde şaşkınlık içinde sahne arkası görevlilerininin falaka pozisyonunda yere yatmış olduklarını ve dalga geçercesine “ne olur bize vurmayın, bize acıyın” diye bağırarak karşıladıklarına şahit olduk.

Ama aynı görevliler final gecesi sıramız gelip de sahne arkasına gittiğimizde bizi sıraya dizilmiş bir biçimde ellerinde çiçekler ile karşıladılar ve “sizinle ilgili çok yanılmışız ,özrümüzü kabul edin” diyerek şans dilediler.

Bir başka ilginç olay da BBC’nin Castle Howard’da verdiği davet sırasında yaşandı.

Castle Howard dış kapısından içeri girdikten sonra ulaşmak için kilometrelerce yol gittiğiniz bir şato idi.

BBC davet akşamı bu şatoyu 1700’li yıllara geri götürmüş ve sanki o günlerin hayatı halen yaşanıyormuş gibi bir mizansen yaratmıştı.

Bir odada o tarihlere ait giysiler ile bir aile yemeği yenilirken diğer bir odada bir müzik öğretmeni evin genç kızına piyano dersi veriyor, koridorlarda evin yetişkin oğlu güzel hizmetçiyi kovalıyordu. Çok ilginç bir ortam yaratılmıştı.

Kral hizmerkarları şatoda da Neco’yu bir an bile yalnız bırakmadılar.
Kokteyl alanında biz yine çevremiz kuşatılmış eğlenceli bir sohbet yaparken orta yaşın biraz üstünde biri “ Türkler nerede, Türkler nerede” diye bağırarak bize doğru geldi.

Buradayız dedik.

“Herkes sizden övgü ile bahsediyor, ne kadar neşeli bir ekip olduğunuzu anlatıyor mutlaka tanışmalısın dediler o yüzden ben de epeydir sizi arıyordum” dedi ve kendini tanıttı.

Harrogate ve Castle Howard’ın da bağlı bulunduğu Yorkshire Bölgesinin valisi idi.

Paris anılarımı yazarken de bahsetmiştim o yıllarda Türk Devleti’nin başındaki en büyük bela Asala adlı bir Ermeni Örgütü idi. Sözde Ermeni Katliamını öne sürerek sürekli diplomatlarımızı öldürüyorlar, terör estiriyorlardı.

Bu yüzden olsa sanırım kısa bir sohbetten sonra vali bize sempatik görünmek amacı ile hafif öne eğildi ve muzip bir ifade ve kısık bir ses ile “ hiç merak etmeyin, 100 Km çapındaki bir alanda bir tane bile Ermeni yok” dedi.

Ben ise valiye dönerek “ bakın bu konuda yanılıyorsunuz, tam yanınızda bir Ermeni duruyor “ dedim ve ismini söyleyerek aranjörümüz Garo Mafyan’ı işaret ettim.

Ve ekledim “ Ben 1978’de de Paris’te yarıştım ve oradaki Orkestra Şefimiz de yine bir Ermeni olan Ohannes Tunçboyacıyan idi (Rahmetli Onno Tunç)

Valinin yüzündeki şaşkınlığı hiçbir zaman unutmayacağım.

Ermeni düşmanı olarak gördükleri bir ülke bu yarışmaya Ermeni vatandaşlarımızı gönderiyordu.

Bu arada 1978 Eurovison’ununda arkadaş olduğumuz CBS yöneticisi Derek Witt de bizi tüm organizasyonlarına davet ediyordu.

Yani aslında her şey çok iyiye gidiyordu ama ne yazık ki bizim ekipte bazı çatlaklar baş göstermişti.

Daha önce de söylediğim gibi son derecede iyi bir eş ve anne olan ve kocasının başarılı olması için her şeyi yapmaya hazır olan Oya’nın da biraz dürtmesi ile Neco ön planda tek başına olmak istiyor, vokalistleri yanında görmek bile istemiyordu.

Ben Türkiye’de şarkının bir bölümünü Neco ile yan yana birlikte söylemiş olmamıza rağmen sırf bu yüzden onları mutlu etmek için İngiltere’de kendi isteğimle bunu yapmayacağımı ve arkada vokalistler ile birlikte kalacağımı söylemiştim.

Ama bu da yetmemişti.

Ben Türkiye’de şarkının bir bölümünü Neco ile yan yana birlikte söylemiş olmamıza rağmen sırf bu yüzden onları mutlu etmek için İngiltere’de kendi isteğimle bunu yapmayacağımı ve arkada vokalistler ile birlikte kalacağımı söylemiştim.

Ama bu da yetmemişti.

Bir gün prova sonrasında final gecesinde her ülkenin sahne almasından önce gösterilecek kısa filmler çekiliyordu.

Ben biraz önce yaptığımız provanın görüntülerini izledikten sonra yönetmenle fikir alış verişi yaptığımdan çekim yerine biraz geç gittim.

Gittiğimde bizim vokalistlerin azarlanmış gibi yüzleri düşük bir biçimde bir kenarda durduğunu ve Neco’nun da görevlilere “beni yalnız çekeceksiniz” dediğini duydum.

Çekimi yapacak olan BBC görevlileri de bunun bir “ekip tanıtma” çekimi olduğunu ve o yüzden tüm ekibin birlikte olmasını istediklerini anlatmaya çalışıyorlardı.

Ben hemen olaya el koydum ve vokalistlere çekimin yapıldığı sete girmelerini söyledim.

Ve işte o an bizim ekibin dağıldığı an oldu.

Neco ve Oya buna şiddetle karşı çıkmaya devam ettiler. Neco çekim alanından uzaklaştı ve TRT yetkililerinin zar zor iknası ile geri döndü.

Çekim vokalistler ile birlikte yapıldı ama aramızda bir küslük durumu oluştu.

Basın ikiye bölündü. Benden yana olanlar ve bana karşı olanlar.

Neco’lar ile bizim odalarımız yanyana idi ve daha önceleri istediğimizde aradaki kapıyı açıp birbirimiz ile görüşebiliyorduk bile.

Bu olayın vuku bulması ile birlikte o ara kapı açılmamak üzere kilitlendi ama ben yine de yan odada konuşulanları duyabiliyordum. Bunun için özel bir çaba göstermediğimi ekleyeyim.

Oya sürekli basın mensuplarına beni şikayet ediyor ve her şeye karışmakla suçluyordu.

O zamanlar Tercüman gazetesinin İngiltere muhabiri olan rahmetli Savaş Ay aleyhimde yazanların başında geliyordu .

Daha sonra Türkiye’ye geldiğinde bana bunu gazetesi istediği için yapmak zorunda kaldığını söylemiş ve “kusura bakma” demişti.

İngiltere’ye gitmeden önce Neco Tercüman’ın sahibi olduğu Bulvar Gazetesi ile bir anlaşma yapmıştı. Hem özel haberler veriyor hem de onlar için bir “fotoroman” çekiyordu. O yüzden Neco aleyhinde yazmaları kadar saçma bir şey olamazdı.

Hatta şimdi düşünüyorum da belki de bu kavga haberleri onlar için iyi bir rating oluşturuyordu.

Halbuki benim tek istediğim bir ekip görüntüsü vermek ve iyi bir netice almak idi.

Bu arada 1978 Eurovision’una birlikte katıldığımız çok yakın arkadaşım olan Dağhan Baydur da 1979’un başından itibaren Londra’da yaşadığından Harrogate’a gelmişti.

Bizi 1978’de yazdığı olumsuz yazılar ile çok şaşırtan Erdoğan Sevgin bu sefer de “ bu ikili Paris’te de Niliüfer’e kök söktürtmüştü” diye bir yazı yazarak nereden kaynaklandığını anlamadığım kinini yine kustu.

Yine de yarışma boyunca iki taraf da en azından birlikte olduğumuz anlarda bunu çok uzatmadık ve yarışmaya her şeye rağmen iyi bir şekilde hazırlandık.

Anlaşmazlık gazete sayfalarında köpürtülüyor ama biz bir araya geldiğimizde hiçbir şey olmamış gibi bıraktığımız yerden devam ediyorduk.

Provalar, davetler derken final günü geldi.

Yarışmacılar hep birlikte Green Room adı verilen odada oturmuş yarışmanın başlamasını bekliyorduk ki İsrail adına yarışan Avi Toledano birden “ Kızım seni Ali’ye vereyim mi” şarkısını söylemeye başladı.

Biz de elbette hemen şarkıya katıldık ve ellerimizi çırpa çırpa söylemeye başladık.

Diğer yarışmacılar hayretle bizi izliyorlardı. Bu kez de İsrail ve Türkiye arasındaki bu dostluk onları çok şaşırtmıştı.

Yarışma öncesinde bile tüm dikkatler bizim üstümüzdeydi.

Ama sıradan halk arasından seçilerek kendi ülkelerinin TV stüdyolarında oturmuş oy vermeyi bekleyen Halk Jürisi ne yazık ki bizim bu popülaritemizin farkında bile değildi.

Onlar 10 ülkeye 12 ile 1 arasında puan verecekler ve geri kalan 10 ülke de 0 puan alacaktı.

Anlattığım şartlar ve Türkiye’nin Avrupa’lılar gözündeki imajı düşünüldüğünde bizim ilk 10 ülke arasına girmemiz ve en azından 1 puan bile almamız gerçekten de çok zordu.

Evlerinde oturup da bizi seyreden Türk seyircisi de biz 0 puan aldığımızda bunun sadece bize verilen ya da verilmeyen bir puan olduğunu sanıyor ve o an bize sıfır puan veren ülkenin bizimle birlikte 9 ülkeye daha 0 puan verdiğinin farkında bile değildiler.

Bunu da kamuoyu hatta medya hiç bir zaman anlamadı, bilmedi.

O heyecan ile önce sıramızı beklemeye başladık.

Sahne aldığımızda gerçekten de çok başarılı bir performans sergiledik.

Bunu bu kadar rahatlıkla söylememin nedeni daha sonra kayıtları izlemem ve en ufak bir hatamız dahi olmadığını görmem tabi.

Zaten seyirciden de çok büyük bir alkış aldık.

Biz üstümüze düşeni yapmıştık artık sıra ülkelerden gelecek oylardaydı.

Basın mensupları da Türkiye’ye sürekli olarak aramızın kötü olduğuna dair gönderdikleri haberlerden sonra Neco ile beni görevlerini en iyi şekilde yerine getirmiş olmanın verdiği huzur içinde birbirine sarılmış halde yan yana görünce çok şaşırdılar.

Puanlama bittiğinde Lüksemburg’dan 8, Norveç, İsviçre ve Avusturya’dan 3 , Hollanda’dan 2 ve Finlandiya’dan 1 puan alarak toplam 20 puana ulaşmıştık.

Bu aslında o güne kadar ülke olarak aldığımız en yüksek puan değil idi ama en çok ülkeden alınan puan idi.

1980 yılında katılan Ajda Pekkan’ın Petr’oil adlı şarkısının aldığı 23 puanın 12’si zaten sadece o yıl nasıl olduğu bilinmez bir biçimde yarışmaya katılan Fas’tan gelmişti.

Bize puan veren ülke sayısı 6 Petr’oil’e puan veren ülke sayısı ise sadece 3 idi.

Yani ben tüm şartları göz önünde bulundurduğumda kendimizi son derecede başarılı bulmuştum.

Elbette gönül çok daha fazlasını istiyordu ama gerçekçi olmak da yarışmalara katılan herkesin yapması gereken şeylerin başında geliyordu.

Ben her zaman şunu söylemişimdir . Eğer puan veren jüri üyeleri yarışmanın yapıldığı alanda olsalardı biz yani Türkiye her sene çok daha fazla puan alırdı.

Zaten Neco ile Eurovision’dan döner dönmez gittiğimiz ve çok daha profesyonel yarışmacıların yer aldığı Güney Kore’deki Seoul Şarkı Yarışması’nda aldığımız 3.lük bunun çok iyi bir kanıtıdır.

Oraya da ilk gittiğimizde Midnight Express sıkıntısı yaşadık ama hep bizimle birlikte olan jüri tanıdıkça bize bakış açısını değiştirdi ve 3.lük gibi çok önemli bir dereceyi bize verdi.

İyi bir derece almamamıza rağmen finalin ertesi günü Nicole şerefine verilen Champagne /Breakfast organizasyonunda Nicole’ün masasında ben ve eşim Bilge Tuğsuz da vardık.

Nicole’ün plak şirketi CBS idi ve heyetin başkanı da Pari’te tanıştığımız ve bizi daha sonra Londra’da CBS şirketinin bir davetine götürüp sahneye çıkaran Derek Witt vardı. Onun davetlisi idik.

Derek bana masada bir ara “ size şaşırıyorum bir şarkı seçip buraya gelerek ve finalde şarkınızı söyleyerek bir derece alabileceğinizi zannediyorsunuz. Halbuk biz Nicole’ü yarışmacı olarak seçtikten sonra inanılmaz bir halkla ilişkiler çalışması yaptık , bir çok ülkeyi birlikte geik, TV / Radyo programlarına çıktık, şarkılarını radyolarda çaldırdık” dedi.

Böyle bir imkan 1987 yılında benim elime geçecekti ama TRT’nin kompleksli bir kaç yöneticisi ülkenin büyük menfaatine olmasına rağmen buna engel olacaktı. 1987 LİNKİ

Bir Eurovision macerası daha sona ermişti.

Medyada NECO’nun benimle ilgili ağır sözleri yer alıyordu.

Ama kaderin cilvesi hemen bir kaç gün sonra ikimiz birlikte Kore’ye uçacak ve Seoul Şarkı Yarışması’na katılacaktık.
Güney Kore’de yapılan Seoul Song Festival’in Türkiye temsilciliğini Ümit Utku’nun başında olduğu Film-San Vakfı almıştı.

Aslında bu yarışma ilk 1978 yılında başlamış ve o yıl haklar TRT’nin elinde olmalı ki o yıl Eurovision’da bizimle yarışan ve üçüncü olan Nükhet Duru ve Modern Folk Üçlüsü bu yarışmada ülkemizi temsil etmişlerdi.

Daha sonra ne oldu ise yarışmanın temsilciliği TRT’den çıkmış ve Film – San’ın eline geçmişti.

Film-San Eurovision öncesinde ünlü bestecilerden birer şarkı istemiş ve bunları Güney Kore’ye göndererek birini seçmelerini istemişti. Daha doğrusu sanırım ki yarışmanın yetkilileri gelecek şarkının düzeyinden emin olmak için böyle bir şey talep etmişlerdi.

Onlardan gelen cevapi le de biz daha İngiltere’ye gitmeden Kore’ye gidecek şarkının Neco’nun söylediği “Dans Et” adlı bestem olduğu belli olmuştu.

Yani böylelikle Neco ve ben aynı yılda, hatta aynı ay içinde hem Eurovision’da hem de Kore’de ülkemizi temsil edecektik.

LİNK SEOUL ŞARKI YARIŞMASI

1982 Eurovision Gazete ve Dergi Küpürleri

1982 Eurovision’dan Dökümanlar

Yıl Yıl Eurovision: 1978 | 1981 | 1982 | 1985 | 1986 | 1987 | 2016

İş, Sanat ve daha fazlası için, benimle iletişime geçin.

Olcayto Ahmet Tuğsuz

Olcayto Ahmet Tuğsuz